Ballıkayalar

 

8:30 

Hazırdım, hala evde idim. Diğerlerini bekliyordum. Emre, Hakan, Başak ve adını bilmediğim bir hatun gelecekti. Rota ise Ballıkayalar ve ilgili kanyon. Dışarıda güneş tüm enerjisi ile parlıyor ve sessiz sakin bir cumartesi sabahı bizi bekliyordu. Yine komik komik şeyler tabi. Rucksack’ ımı hazırlamışım, kapıya doğru yürürken şangır şungur sesler çıkıyor çantadan. Emre ile Almanya dönüşümüz gibi, bütün içtiğimiz biraların şişelerini yürütmüştük, adam başı 4-5 bardak ile uçağa biniyorduk ve çantadan her tarafa sesler yayılıyordu her adım atışımızda. Bu sefer ise, 1 adet öğle yemeğinde içmek için aldığım bir Porto şerabı, 1 adet de gömmek için götürdüğüm bir Semillon bölgesi türk şarabı birbirine çarpıp duruyordu. 



9:48 

Yaklaşık 45-50 dakika bir yol geldik. Aramıza katılan kızın adının Özge olduğunu öğrendim bu arada. Kızlar açısından tabi ki endişeliyiz parkur konusunda ama göreceğiz bakalım ne olacak diyerek, Tavşanlı köyünün camisi arkasındaki boş alana arabamızı park ediyoruz. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama cami ve köy kahvesi hep aynı yerde bulunur köylerde. Bunun nedeni genelde köy erkeklerinin 5 vakit namaz ve kahvede oturmaktan başka bir iş yapmadığıdır bütün gün. Eh gidip gelmek kolay olsun diye camiye, hemen yanlarına inşa edilmiştir köy kahveleri. Biz de köy kahvesine oturup, aldığımız yiyecek ve içecekleri çantalara paylaştırmaya başladık. Bu arada kızlar hemen cami tuvaletine girdiler, eh kız işi işte. Alt tarafı 40-50 dakka yol geldik, ne öyle hemen tuvalet!!!!!!! Bakalım parkuru bitirebilecekler mi? 

Asıl kanyon girişi hemen Tavşanlı köyü yanından, ama biz kanyonu dışarıdan geçip arkasına kadar dolaşıp, kanyonun arkasından girip, kanyonun içinden tekrar Tavşanlı köyüne gelecektik. Bunun için de hedef Mecidiye Köyü idi. Daha önce buralara gelmiş olan Emre’nin direktifleri ile başladık Mecidiye köyünü aramaya. Emrenin de tek bildiği, Tavşanlı’ dan kuzeye doğru gidilince Mecidiye Köyü diye bir yere ulaşılması idi. Başladık yürümeye, yol olmayan yerlerden geçiyorduk, ama biliyorduk ki bilinmiyen yollar da insanı değişik maceralara götürür. Bu kriter ile yolumuza devam edip, her yol gibi olmayan yere sapıyorduk. Güneş tepede, sabah bize verdiği enerjiyi şimdi sıcaklığı ile bizden geri alıyordu, suyumuzu içimizden emiyordu, terliyorduk......... 
Sonunda açıklık bir tepeye gelmiştik. Altımızdan doğal gaz boru hattı geçiyordu, karşımızda ise Botaş Dolum tesisleri belirmişti. Burası mı Ballıkayalar diye bir küfür bastıktan sonra, Botaş’ ın da bulunduğu tepeyi aşmak için yürümeye devam ettik. Yorgunluktan ilk molayı vermek zorunda kaldık ki saat yaklaşık 11:30 olmuş idi. Sanayi alanı olduğu için, üzerine oturup portakal sularımız içecek 23 tane kamyon lastiği bulduk ve 5-10 dakika dinlendik. Şehrin sesi hala kesilmemiş, arkamızdan bir uğultu halinda bizi yine yoracak biçimde kulaklarımıza doluyordu. Önümüzden ise Botaş’ a giden kamyonlar gidiyordu. Bu muydu Ballıkayalar? 

Mecidiye Köyünü aramaya devam ediyoruz. Geniş bir arazide, geçimini hayvancılıkla sağlayan bir köylünün evine geliyoruz. Botaş arkamızda, koca şehir enkazı arkamızda, önümüzde ise minik minik kuzular koşuşuyorlardı. Adam bize aradığımız köyün Mecidiye Köyü değil, Demirciler köyü olduğunu söyleyip karşı tepeleri işaret ediyordu eliyle. Saat 12:30 civarında Demirciler köyünün girişine geliyorz ve Emre köye girer girmez herkese köy mezarlığını sormaya başlıyor. Meğerse bu kanyona giden yolun başı mezarlıktan başlıyormuş. O arada ben bir ara ‘’Yoruldum yaaaa’’ dedim, ve ben daha sözümü bitirmeden Özge’ nin ağzından ‘’ben de’’ diye bir laf çıktı hemen. Meğerse kızcağız uzun zamandır yorgun argın yürüyormuş da ayıp olur diye söylemiyormuş. Eh ben de hemen söyleyince, fırsat bu fırsat o da hemen yorgunluğunu dile getiriverdi. 

12:48 

Mezarlık görüldü ve kurumuş bir dere yanından biz yürümeye koyulduk. Suyun kurumuş olduğunu gören Özge, ‘’Eeee, kanyon nerde’’ diye bir laf patlattı ki, hepimiz kırıldık gülmekten. Halbuki 5 saat sonra kanyon neymiş görecekti. Kurumuş derenin yanından yolumuza devam ediyorduk, bataklık alanlar, kurbağa ve kaplumbağalar, yine de bize Istanbul dışında doğa ile bir parça iç içiçe olduğumuz sinyallerini veriyorlardı. Ama beğenmemiştik bu Ballıkayaları. 

13:15 

Kavak ağaçları altında hoş, gölge ve sakin bir yer. Yolun ilerleyen kısımlarındaki güzelliklerden habersiz, hemen çantaları atıyoruz aşağı ve uyku tulumlarını yerlere serip, yemek olayına giriyoruz. Emre ateş ile ilgilenirken, Hakan malzemeleri hazırlıyor, ben de içki ve türevleri ile ilgileriyorum. Kızlar ise bize manevi destek sağlıyorlar. Sosis, sucuk, dana ve hindi eti mevcut. Yanında ise güzel bir kırmızı şerap ve zengin bir meze sofrası. Eh, Emre’ nin Selanik’ teki lafı gibi : I SAY ALLAH. Yedik yedik yedik, bir anda herkese ağırlık çöktü, ben neredeyse uyuyacaktım. Saat 14:45 itibari ile ateşimizi söndürdük ve alanı temizledikten sonra, yemek bölgesinden uzaklaşmak üzere yola koyulduk. Parkur enteresan bir hal almaya başlıyordu. Sarp kayalıklar ve akmaya başlayan dere, ufak bir şelale ve altında da bir gölet oluşturmuş. Suyun aktığı yükseklik hemen hemen 7-8 metre. Yukarıdan göletin yanına iniyoruz ve buraya daha sonra Lagoon I adını veriyoruz. Kanyon, yavaş yavaş kanyona benzemeye başlamıştı. Geride kalan ve hiç de enteresan olmayan 5 saatlik yolun meyvalarını yavaş yavaş almaya başlıyorduk. Bukowski’ nin de dediği gibi, mükemmel iki dakikayı yaşamak için bazen saatleri feda etmek gerekebilir, önemli olan tüm zamanı kaybetmemektir. Işte o an gelmişti, zevk anı: Emre bana döndü ve ‘’Giriyor muyuz abi?’’ dedi, ben de Hakan döndüm ve Hakan hadi dedim. Biz 3 oğlan, üstümüzü başımızı çıkardık, kimimiz slip ile kimimiz boxör ile suya atlayıverdik. Ufacık bir göletin içinde idik ve tepemize sular iniyordu. SU buz gibi idi, bir an bacaklarımı hissetmedim ve anında çıktık zaten oradan hemen. Çıktığımızda kızlar arkalarını dönmüş, biz üstümüzü değiştirelim diye vakit geçiriyorlardı. Ne anlayışlı arkadaşlarımız vardı ama...... 

Aynı doğa olayları arka arkaya gelmeye başladı. Lagoon II adını verdiğimiz gölete gelmiştik. Ama buna giremeyecek kadar üşümüştük. Lagoon II’ den hemen sonra oyuk ve mağraların olduğu bir alana geldik. Bunca zamandır taşıdığımız şerabımızı saklamanın zamanı gelmişti. Ufak bir tırmanma aktivitesi ile şerabı bir oluğa yerleştiriyor ve işte aldığımız o zevk ile, ve oraraya tekrar gelişimizde onu tekrar bulacağımız heyecanı ile yolumuza daha neşeli devam ediyorduk. Gerçek kanyona yaklaştığımızı her attığımız adımda daha çok hissediyor ve heyecan doluyor, bir o kadar da kanyonu geçmenin en az 3 saat alacağını düşünerek 16:30 olan saati sorguluyorduk. Kırmızı kırmızı kayaların bulunduğu bir alana Kızılkayalar adını verip, Istanbul’ daki Kızılkayalar’ da daha hiç resim çektirmediğimizi hatırlayıp, birbirimize o pis hamburgerleri yerken bir resim çektireceğimize söz veriyor ve yolumuza devam ediyorduk. 

İşte güzel bir kamp alanı, kanyon başlangıcı bir alan, geniş bir yeşil alan ve ortadan akan dere, orayı hakikaten kamp kurmaya uygun bir hale getiriyordu. Bir dahaki sefere kamp kuracağımız zaman kamp mekanı burası olacak. Burada frizbi oynayıp, güneş altında saatlerce yatıp kitap okumak hayalleri ile ‘’gerçek’’ kanyona girişi yapıyoruz. 90 derecelik bir yö değişikliği ve kanyon başlıyor. Harika bir görüntü. Sağ ve sol tarafta yükselen şekilli kayalar, kayaların tepesinde bekleşen ve akbabaları hatırlatan leylekler ve su miktarı artan bir dere...... Zor geçişlerin başlangıcı ama artık dönüş imkanı yok. Lagoon 3 adını verdiğimiz bir gölet daha ve daha şiddetli akan bir su. Etrafından dolaşıp orayı aşmak epey zor oldu. Ciddi tırmanışlar ve arka arkaya yardımlı geçişler ve bir ayak kayması ile su içine gömüleceğimiz bile bile yapılan denemeler. Kızlar epey kaptırmış, onlar bile ciddiyet, kuvvet, cesaret kombinasyonu ile bizim kadar çevik. Ve artık son engel......... Bir yere kadar geliyoruz ve tıkanıyoruz. Su geçişi yapmak zorundayız, saat 19:15 ve su buz gibi, hava kararmış, ama son engel, neredeyse hedefe ulaşmışız. Özge Emre’ nin sırtına atlıyor, ve karşı tarafa geçiyorlar, Başak beinm sırtıma atlıyor, fakat o da ne bir ayak dışarıda kalıyor, ama geri dönüş söz konusu değil ben zaten belime kadar sudayım, ve o da kayıp su içine iniveriyor. Son engeli suya teslim olup geçiyoruz. 5 kişi başladığımız parkuru 5 kişi bitiriyoruz. Bundan ötesi neşe ile başladığımız yol, yine neşe dolu bitiyor, endişe ile başladığımız kanyon yolu, kendimize kazandırdığımız güven ve saygı ile bitiyor ve en önemlisi dostluğumuz ile başlayan bu yol, omuz omuza başardığımız bu yol sonrası daha da güçlenen bağlar ile bizi birbirimize bağlıyordu. Emre ile yine bir yolun sonuna ulaşmıştık, yine geride senelerce anlatacağımız anılar ve göstereceğimiz dialar ile beraber. Hakan, Başak ve Özge ile de daha nice sonlara ulaşmak üzere gidilecek olan yolun başını kurcalıyorduk. 
Araba bıraktığımız yerde idi, cami ise aynı şekilde duruyordu. Istanbul’ a yaklaşıyorduk, trafik aynı, yine her yer tıkalı; insanlar aynı, yine herkes birbirine bağırıyor; şehirde yine bir yorgunluk hakim, herşey bıraktığımız gibi idi. İşte o zaman anladım, bütün gün bir rüyanın içindeymişiz ve şimdi gerçeklere geri dönmüştük. Dünyayı çok uzun zaman önce yok etmiştik, şimdi ise sıra bu rüya ve hayalleri yaşamakta idi, kafamızın içini süsleyen gerçeklerdi bunlar, her geçen saniye eksiliyorlardı ve çok geç olmadan yazılmalıydılar, ve yazıldılar da................ 

Tolga Çeltekligil
20.10.2001, Ballıkayalar ertesi

Okunma 10072 defa Son Düzenlenme Cuma, 14 Aralık 2012 14:21
Yorum eklemek için giriş yapın