Necdet Turhan - Söyleşi

 

NECDET TURHAN İLE SÖYLEŞİ


Dağcılık, diğer bir çok spor dalı ile karşılaştırıldığında oldukça zorlu ve çetin sayılabilecek bir spor dalı. Doğa sporları arasında da özel bir yeri var. Güçlü bir fiziksel kondüsyon ve iradenin yanı sıra iyi bir eğitim ve tecrübe gerektiriyor. Herhangi bir problemi olmayan insanlar için bile zorluklarla dolu olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz dağcılık sporunda son yıllarda engelli sporcuların başarılarına tanık oluyoruz. Bunlardan belki de en dikkat çekeni görme engelli dağcı Erik Weihenmeyer tarafından 2003 yılında gerçekleştirilen Everest tırmanışı. Bir çan sesinin ardından, hiç görmeden buz seraklarını, kaya etaplarını geçip binlerce metre tırmanmak ve dünyanın zirvesine ulaşmak! Bir çok insan için ancak gerçekleşmesi imkansız bir hayal olarak nitelenebilir belki, ama azmin ve çalışmanın sonucu olarak tarihte yerini almış bir gerçek artık.


Bütün imkansızlıklara rağmen ülkemizde de başarılı bir çok engelli sporcu bulunuyor. Basketbol, futbol, yüzme, kayak gibi birçok spor dalında uluslar arası başarılara da imza atan engelli takımlarımız ve bireysel sporcularımız var. Sayı olarak az olmakla birlikte, doğa sporları ile ilgilenen engelli sporcularımız da bulunmakta. Bu sporculardan biri de Necdet Turhan. 1990’ların başından itibaren dağcılık yapan ve son yıllarda atletizmle de ilgilenmeye başlayan Turhan, her iki spor dalında da ülkemizde bir çok ilki gerçekleştirmeyi başarmış bir sporcu. ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu’nda (DKSK) dağcılık eğitimlerini tamamlayan Turhan, Uludağ, Beydağları ve Erciyes gibi dağların ardından 2002 yılı Temmuz ayında Ağrı Dağı’na tırmanarak ülkemizin en yükseğe tırmanan görme engelli sporcusu oldu. 2002 New York, 2004 Atina ve 2005 Kasumigaura maratonlarına da milli sporcu olarak katılan ve hepsini başarı ile tamamlayan Necdet Turhan ile tırmanış tekniği, Ağrı tırmanışı, maraton koşuları ve 5 kıtada 5 maraton ve 5 zirve tırmanışını da içeren gelecek planları ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik. İlginizi çekmesi ümidiyle,


Serkan Girgin, 28/05/2005   



Sayın Necdet Turhan, Türkiye’de dağcılık yapmakta olan görme engelli bir sporcu olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? 
Ben dağcılık dışında atletizmle de ilgileniyorum ve var olan durumu ifade etmek gerekirse: halen Türkiye’de maraton koşan ve dağcılık yapan ilk ve tek görme engelli konumundayım. Geçmişte dağa giden ya da götürülen görme engelli arkadaşlar olmuş, örneğin Erciyes’e gitmişler. Fakat sporcu değiller, bir heves olarak kalmış dağ ile olan ilgileri. Alana dair herhangi bir eğitim ya da disiplinleri olmamış. Benim durumum daha farklı. Elimden geldiğince gerek atletizmde, gerekse dağcılıkta bir sporcu formasyonu ile hareket etmeye çalışıyorum. Gerçi son süreçte dağlar biraz geride kalırken atletizm bir parça öne çıktı. Fakat son tahlilde her iki alanın da  benim yaşam tarzım olduğunu söylemeliyim. Doksanlı yıllarda ODTÜ’de öğrenciydim. Spor öyküm orada başladı diyebilirim. Gerçek anlamda atletizm ve dağcılık ile ODTÜ’de tanıştım. Benim spor ocağım ODTÜ. 1994 yılında Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden şeref öğrencisi statüsüyle mezun oldum. Değişik işlerde çalıştım. Şu an ise Bursa Nilüfer Belediyesi Engelliler Danışma Masası sorumlusuyum.


“Spor öyküm ODTÜ’de başladı diyebilirim” dediniz. Daha öncesi de mi var? Örneğin dağcılık anlamında?


Evet, dağlar anlamında öyle. Dağcılık demiyorum dikkat ederseniz. Ben sonradan görme engelli oldum, 23 yaşındaydım. Gördüğüm yıllarda dağa gitmeye başladım. Örneğin Uludağ benim meskenimdi. Uludağ’ın derelerinde alabalık avlardım. Bir tür doğaya çıkıştı bu; özgün, bana özgü bir çıkış. Yıllarca devam etti, fakat dağcılık değildi bizim anladığımız tarzda. Dağlara, doğaya gönül veriş, bir  motivasyondu o... Görme engelli olduktan sonra da bu motivasyon yüreğimde kaldı ve ODTÜ  yıllarımda dağlara taşıdı beni. Üniversitenin Dağcılık ve Kış Sporları Kolu’nda (ODTÜ-DKSK) buldum kendimi. Tabii önceleri bazı sıkıntılar oldu, arkadaşlar için alışık olmadıkları bir durumdu bu. Bir görme engelli gelmiş ve dağlara gitmek istediğinden, Dağcılık ve Kış sporları Kolu’na üye olmak istediğinden söz ediyor. Fakat dağlar riskli. O riskler ile karşılarında duran körü bir araya getirdiklerinde doğal olarak arkadaşlar kaygılanıyor, kafaları karışıyordu. Bu anlamda ilk yıl yadırgandım, etkinliklerin büyük bölümüne götürülmedim. Böyle olmasında beni tanımıyor olmalarının payı büyüktü. Fakat inat ettim ve ayrılmadım koldan.  Atletizmle tanışmama vesile olan antrenmanlara düzenli olarak geldim. Koşma tekniğim de yok o zamanlar, bir arkadaşın kolundan tutup koşuyorum. Bazen kolunu tutacak arkadaş bulamadığım oldu. Buna rağmen yılmadım, kimseye de küsmedim. İlk yıl böyle antrenmanlarla geçti. Bu arada beni tanıdılar, farklılığım ve motivasyonum gözlemlenildi zannederim. İkinci yıl eğitimlerimi almaya başladım. Sorunlar yine oldu; aşama, aşama çözdük hepsini... Üç yıl boyunca faal üye olarak etkinliklerde yer aldığım için Onur Üyeleri arasına seçildim ODTÜ  Dağcılık ve Kış Sporları Kolu’nun. Yani sonuçta yüreğimdeki motivasyon kazanmıştı. Gördüğüm yıllardan beynimde, yüreğimde kalan anılar kazanmıştı.


Dağlara tırmanmak sıradan insanlar için bile oldukça zor bir aktivite. Görme engelli olmanın getirdiği ek zorluklar tırmanışı daha da zorlaştırıyor şüphesiz. Bu durumla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Doğal olarak zorluklarla tek başıma değil de ekip kolektivitesi ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Benimle birlikte olanların sabırlı ve gönüllü olmaları gerekir. Aslında çok yormam ve üzmem arkadaşları dağlarda. Fakat her şeye rağmen dağlar riskli ve bu risklerin ortasında her ne kadar özgün bir tekniği ve bazı yetenekleri olsa da bir kör var. Sonra uzun etkinliklerde durum daha da farklı, özellikle partnerim açısından. Bir görme engelli ile aynı çadırı uzun süre paylaşacak arkadaşın hadiseyi ve bu hadise karşısında kendisini iyice tartması gerekir. Konu partnerliğe gelmişken ODTÜ-DKSK antrenörü Nevzat Öntaş’a teşekkür etmek isterim. 2000 ve 2002 yıllarında yaptığım her iki Ağrı çıkışında partnerim olduğu ve kahrımı çektiği için... Aslında teşekkür edilecek çok arkadaş var: Mete Hacaloğlu gibi, Erdem Tuç ve Burçin Didinedin gibi, Murat Özdemir gibi. Hepsinin bana emeği var. Hepsi önümün açılmasında katkı yaptılar ve özverili davrandılar.


Tırmanma tekniğinizden bahsedebilir misiniz?

Temelde ya da olağan durumlarda kullandığım teknik iki baton ve bir çandan oluşuyor. Deneme yanılma ile buldum bu tekniği, öneren ya da şöyle yap diyen olmadı. Tesadüfen Ilgaz’daki bir etkinlik esnasında belirginleşti bu durum. Kesin hatırlamıyorum, yıl 1992 veya 1993, ana kamp yerinde kalmam kaydıyla götürülmüştüm Ilgaz’a. Gıda Bölümü’nden bir arkadaş vardı, Murat Özdemir, onunla birlikteyiz... Kamp attığımız düzlükte kar var. Murat bir filmde görmüş körlerin ses ile yönlendirildiklerini. Bana önce uzun bir sopa bulup verdi, baston ya da baton niyetine. Sonra benden uzaklaştı ve seslendi. Sesine yürüdüm Murat’ın. Tekrar uzaklaştı ve tekrar seslendi, yine yürüdüm daha doğrusu yürüyebildim bağımsız olarak. Bu müthiş bir şeydi benim için. Sevincim, mutluluğum anlatılır gibi değil. Sonra baktım Murat benim yanımdan ayrılırken ayakları karda ses çıkartıyor, ayak seslerini duyuyorum. Bunu söyledim ona, “Murat, sen benden uzaklaşıp seslenme. Senin hemen ardından gelebilirim herhalde, ayak seslerini duyuyorum senin.” dedim. Öyle de yaptık; o yürüdü, ben onun karda çıkan ayak seslerini izledim. Ertesi gün kampı söktük, Kastamonu asfaltına yöneldik. Ekip düzeni içinde yürüyen bir kör vardı  artık, arkadaşının kolunu tutmadan yürüyen. Bir kör... ODTÜ 6. Yurtta kalıyorum o dönem. Yurttaki odamda değerlendirdim olup biteni. Hep yapardım bunu, her etkinlik dönüşünde kabartma yazı ile. Kendim için hazırladığım teknik raporlardı bunlar.  Yine yazdım kabartma yazıyla, nasıl yürüdüm? nasıl oldu? gibi. Şu an kesin hatırlamıyorum yazarken veya yazdığım notları daha sonra okurken beni sürekli yönlendirebilecek sesin bir çan olabileceğini, sopa yerine de baton kullanabileceğimi düşündüm. Daha sonra katıldığım Beydağları etkinliğinde her şey yerli yerine oturdu. İki baton ve bir çan ile aştım Beydağları’nı, Tahtalı’da zirve yaptım.  Kesme Boğazı’ndan Kındıl Çeşme’ye indik Antalya-Elmalı çıkışından bir hafta sonra. Ardından ikinci ve üçüncü Beydağları geçişim oldu sonraki yıllarda, kendime daha hakim ve daha deneyimliydim bu geçişlerde.

Uyguladığınız belli bir antrenman programı var mı?


Düzenli koşuyorum. Koşularımda hedefim uzun mesafe yarışlarına kendimi hazırlayabilmek. Şu an bire bir benimle ilgilenen bir atletizm antrönörüm yok. Uzun mesafe koşucularının dikkat etmesi gereken antrenman kurallarına uymaya gayret ediyoruz. Bir koşu partnerim var, Harun Karaağaç. O da benim gibi Master sporcu. İhtiyar delikanlılarız yani biz, üç yıl sonra yarım asırlık olacağız. 2000 yılından bu yana elden geldiğince istikrarlı bir tarzda yarışlara gidiyorum. Üç yurt dışı maraton deneyimim oldu, 2002 New York,  2004 Atina Maratonları ve bu yıl 17 Nisan Günü Japonya'da koştuğum Kasumigaura Körler Maratonu... Türkiye Görme Engelliler Spor Federasyonu’nun yurt dışına gönderdiği ilk görme engelli atlet ben oldum. Yine Atina Maratonu’nu koşan ilk görme engelli Türk atlet olduğum gibi. İşin gerçeği her iki alana da, yani atletizm ve dağcılığa, Türkiye’de soyunan ilk görme engelli sporcu olduğum için nereye gittiysem, ne yaptıysam hep ilk oldu. Örneğin Avrasya Maratonu’nun 15 km etabına ilk katılan kör atlet oldum. Geçtiğimiz yıl, yani 2004 Yılı'nda  beşinci kez koştum Avrasya’yı. Yine yanlış anımsamıyorsam dört de yarı maratonum var katıldığım. Hiç görmediğim için yarış ve antrenmanlarda kısa bir ip koordinasyonuyla koşuyorum. İpin bir ucu yanımdaki sporcuda diğer ucu da benim elimde oluyor. Atletizm doğal olarak dağ performansımı da destekliyor. Bir ara Bursa-Narlıdere’de kaya çalışırdım. Lider çıkış yapamıyorum. Denemedimde zaten. Emniyeti öncesinde alınmış çıkışlar tam bana göre.


2002 yazında gerçekleştirdiğiniz tırmanış ile ülkemizin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı’na tırmanan ilk görme engelli sporcumuz oldunuz. Bu tırmanış hakkında bilgi verir misiniz?

2002 Temmuz ayında yaptığım ve zirve ile sonuçlanan o çıkış benim ikinci Ağrı deneyimim oldu. İlk kez 2000 yılında gittim Ağrı Dağı’na. 4500 m. kadar yükseldim. O etkinlik benim için düşünülmemiş, genel nitelikteydi. Sofya Üniversitesi’nden misafir dağcılar vardı. İşin en kritik yanı buzul eğitimim yoktu. Gerçi 2002 yılında yaptığımız çıkış esnasında doğa gezileri dışında hiç dağ deneyimi ve eğitimi olmayan, bir büroda kendilerine teorik olarak kazma ve krampondan söz edilmiş insanların zirveye götürüldüklerini gördüm. Tabii bu hoş bir durum değil. Benim 2000 yılında Ağrı’ya gitmem sonrası için çok yararlı oldu. Dağı iyice anlattırdım arkadaşlara, adeta kafama yazdım. Zihin fotoğraflarımı oluşturdum beynimde Ağrı’ya dair. Biliyorsunuz Ağrı’da ikinci kamp yeri 4200’e kadar pek sorun yok eğer yaz çıkışı yapıyorsanız. Problem olarak iş dönüp dolaşıp ikinci kamp yerinden sonrasına ve Buzul’a geliyordu benim için... Önce buzul ile tanışmam gerektiğini biliyordum. Kaçkar’a gitim Bursa Uludağ Üniversitesi’nden arkadaşlarla.Yarım yamalak bir çalışma oldu benim için Kaçkar Buzulu, fakat yine de yararlıydı. En azından kısa kazma ile bu işin olmayacağını gördüm. Elimdeki kazma uzun olmalı, aynı zamanda baton işlevini de görmeliydi. Gerçi Ağrı zirve tırmanışım esnasında uzun bir kazma kullanmama gerek kalmadı buzulu geçerken. Kar vardı, arkadaşlar ile ip birliği içinde kolaylıkla geçtim riskli olan buzul başlangıcını. Temmuz’da gittik Ağrı’ya. Buna rağmen 4200 metreden başlıyordu kar. Çadırların hemen üstünde krampon taktık ve ip birliği içine aldılar beni. En büyük sıkıntı yükseldikçe artan rüzgardı. Öyleki bir yerden sonra çan sesini duyamaz oldum. Bir süre sonra birbirimizin sesini de eğer yan yana değilsek ve birbirimizin kulaklarına bağırmıyorsak duyamaz hale geldik. Rüzgarın iyice arttırdığı soğuk da işin cabası. Hiç hesapta olmayan, o ana değin hiç düşünmediğim bir olanak doğdu yürüyebilmem için o an. Önümdeki arkadaşa beni bağlayan ipi takip etmeye başladım. Yani önümdeki çanı duyamıyor, fakat Bora Balya ile aramızdaki ipin yönlendirmesiyle yürüyebiliyordum. Sonuçta o çetin koşullara rağmen zirveye ulaştık. Ben dağcılığın ne demek olduğunu o etkinlik esnasında  anladım. Benim bir görme engelli olarak karşılaştığım en zorlu dağ ortamıydı. Örneğin kendimce idmanlıydım, hazırlık olsun diye neredeyse bir yaz koştum Bursa Atatürk Stadyumu’nda. Ama yetmedi, sık sık tükendim, sık sık mola istedim. Özellikle 5000 sonrasında. Her molada da kendimi telkin ettim, direnmek ve başarmak için. Sporcu olmanın ne anlama geldiğini net olarak kafama yazdım Ağrı zirve tırmanışım esnasında... Tırmanışta bana destek olan ORDOS ekibine, Nevzat Öntaş, Hakan Kocakulak, Bora Balya, Serkan Girgin ve Tuncay Canpolat’a teşekkür ederim.

Ağrı tırmanışınız dışında daha önce gerçekleştirdiğiniz başka ilkler oldu mu?


Daha önce de belirttiğim gibi, bir sporcu formasyonu ile dağcılık ve atletizmi ülkemizde ilk deneyen görme engelli ben oldum. Bu yüzden her iki alanda yaptıklarım doğal olarak ilk oluyor, bilinse de, bilinmese de bu böyle. Örneğin 2000 yılı Avrasya Maratonu’nun 15 km olan etabı var, New York ve Atina Maratonları var, Japonya'daki maraton var... Türkiye’de katıldığım diğer yarışlar ve tırmandığım diğer dağlar var. Alanya Yarı Maratonu var, Tarsus Yarı Maratonu var. Düşündükçe listeyi daha da uzatmak mümkün. Mesela değişik dönemlerde ve birden fazla sayıda gidilmiş dağlardan düşünürsek: Ağrı, Erciyes, Beydağları, Uludağ, Sonra Kaletepe var. Umarım yakında da Süphan olacak.


Maraton koşusu gerçekten oldukça zor ve yoğun hazırlık gerektiren bir spor dalı. Koşu öncesi hazırlık sürecinizi anlatır mısınız?

Evet, maraton koşmak zor. Aslında koşmak değil de hazırlanmak zor. Ben hep söylerim, atletizm dağcılığa kıyasla daha yoğun emek gerektiriyor. Düzenli, fazlaca ara vermeksizin çalışmanız şart. Bedeninize sürekli yatırım yapmalı, onu koşacağınız yarış öncesinde fit konumda tutmalısınız. Bir de benim gibi görme sorununuz varsa, körseniz yani, işler daha da çatallaşıyor. Antrenmanlardan yarışlara değin atletizm pistinde ya da koşu parkurunda hep bağımlısınız, hep bir ikinci sporcuya ihtiyacınız var. Düzenli ve uzun süreli hazırlık gerektirdiği için benim atletizmdeki bağımlılığım dağcılığıma kıyasla daha fazla. Başlangıçta Bursa Atatürk Stadyumu’na gider, pistin kıyısında durur, elimde koşmam için gerekli ip çevreme seslenirdim: “Benimle koşacak yok mu? Benimle koşacak yok mu?” diye. Kimseyi bulamayıp mahzunluk içinde geri döndüğüm günler oldu Stadyum’dan. Bir anda iletişim olmuyor, bir anda insanlar sizi benimseyemiyorlar. Pistte ortalık cıvıl, cıvıl ama siz geri dönüyorsunuz. Koşturacak kişi yok... Şimdi bir milli sporcu olarak epeyce mesafe katettim. Fakat antrönörüm halen yok, Koşu partnerim var. Belediye bir miktar para veriyor ona. Size garip gelebilir ancak halen takip ettiğim antrenman programım yok. Partnerim Harun ile birlikte uzun mesafe koşabilmek için gereken genel kurallara uymaya çalışıyoruz.


Yakın zamanda gerçekleştirmeyi planladığınız etkinlikler neler?

Yakın zamanda dağ olarak Süphan’a gitmek istiyorum. Atletizm olarak ise Avusturalya ya da Afrika'da bir maraton koşmak istiyorum; Örneğin Sidney Maratonu olabilir ilk etapta. Niye Avusturalya ve Afrika derseniz? Şu ana değin New York, Atina ve Japonya'daki Maratonları koştum. Beş kıtada beş maraton koşup beş de dağa tırmanmak istiyorum. 2002 Amerika dönüşü bu proje  oluştu kafamda. New York Maratonu’nu koşmuştum. Baktım bu iş oluyor, yani maraton koşabiliyorum.  Serde zaten dağcılık var. Niye "Beş Kıtada Beş Maraton Beş de Zirve" olmasın dedim. Ya da olduğu yere kadar dedim ve çıktım yola. Tabii işin en güç yanı para. Dilim bir türlü alışamadı “sponsor” kavramına. Ben bu işi beceremiyorum. Birileri yapar bana sponsor bulursa belki... Atina Maratonu’nu ve Ağrı zirve tırmanışını Bursa Nilüfer Belediyesi adına gerçekleştirdim. Milli sporcu olmamı getiren New York ve  Japonya’daki maratonları ise Türkiye Görme Engelliler Spor Federasyonu olanakları ile koştum. Bakalım bundan sonrası ne olacak? İşin gerçeği artık hedefleri değil de, hedeflerin bana sunduğu yaşam tarzını önemser durumdayım. Ben böyle mutluyum.


Peki son olarak engellilere ilişkin söylemek istediğiniz söz, vermek istediğiniz mesaj nedir? diye sorarak bitirsek...

Valla ne diyebilirim ki? Hani beylik, tumturaklı sözler vardır: şöyle spor yapın, böyle mutsuz durmayın, çalışın, başarırsınız gibi... Bu ifadeleri dile getirmem Türkiye’deki engelli arkadaşların büyük çoğunluğu için lüks olur. Ben şanslı bir körüm, yaşadığım tüm problemlere karşın. Oysa Türkiye’de işi olan, geçimini temin eden, çevresine muhtaç olmayan engellilerin, şanslı engellilerin sayısı hayli az... En iyi rakamlarla ülkemizdeki görme engellilerin %98’i işsiz. Bir o kadarı da okuma yazma bilmiyor. Karnı doymayan bir arkadaşa sporu şöyle yap, böyle koş demek abes olmaz mı? Fakat biz engelliler için spor sihirli bir değnek adeta. Ortalama kişilere kıyasla bizlerin spora olan ihtiyacı bence daha da fazla. Bunun bilinip algılanılması bile bence yeterli. Dağcılık çok özel bir alan bir görme engelli için. Ben dağcılık alanında gördüğüm günlerin birikimini de kullanıyorum. Fakat kaslarına hakim, denge sorunu olmayan her görme engelli bence dağcılık yapmasada doğaya bir tarzda çıkabilir. Sonra atletizm var. Görme Engelliler Spor Federasyonu katkılarıyla giderek gelişiyor. Benim dışında maraton koşan bir başka kör niye olmasın? Tek sorun olanaklar... Yani engelimiz bize engel değil...


Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.


İLETİŞİM:
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Hazırlayan Serkan Girgin
Okunma 23575 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 22 Aralık 2012 20:25
Yorum eklemek için giriş yapın