Hindistan & Nepal Gezi İzlenimleri

Bu yazımda, Hindistan ve Nepal gibi iki büyülü ülkede geçen 18 günün kısa hikayesini bulacaksınız. Sekiz yıl kurulan hayalin, bölgeye dair okunan onlarca yazının sonunda gerçekleşen seyahat, bana tahmin ettiğimden fazla şey öğretti.

Her birinde ayrı hikaye saklı, 350’nin üstünde fotoğrafın, teknik imkanlar nedeniyle çok azını buraya taşıyabildim. Yine aynı sebeple insan tahlillerinden çevresel betimlemelere, sosyal yaşamdan ekonomik tespitlere kadar tahminlerin ötesinde çok uzun tutan yol notlarını da sınırlı olarak aktarabiliyorum. Anlatamadıklarım, gösteremediklerim inşallah gezinin kitabına kısmet olacak.
Keyifle okumanız dileğiyle…

İhsan Önder


Aşk için yapılmış en güzel anıt mezar: Tac Mahal… Moğol Hükümdarı Şah Cihan tarafından vefat eşinin adını yaşatmak için yaptırılan yapı 22 yılda tamamlanmış. Kullanılan özel beyaz mermeri ve inceliği nedeniyle her yıl milyonlarca ziyaretçinin akınına uğruyor.

İlk durak Hindistan… Ramazan Bayramı’nın birinci günü İstanbul’dan kalkan Ürdün Havayolları’na ait uçağım, Amman aktarmalı 13 Ekim sabaha karşı Delhi’ye vardı.

İlk dakikalar tam bir kültür şoku! İnanılmaz bir insan kalabalığı karşılıyor insanı. 1 milyar 100 milyon insanın yaşadığı bu ülkede kafanızı nereye çevirseniz büyük insan kitlelerine rastlıyorsunuz. Hiç susmak bilmeyen kornalar, sokak duvarlarına sinmiş ağır bir idrar ve hayvan dışkısı kokusu, satıcıların bitmek bilmeyen ısrarları size gerçek anlamda bir şok yaşatıyor.

Delhi’de kalmadan bir turizm ofisi aracılığıyla, yaklaşık 5 gün sürecek, konaklamalar ve şehir turlarını kapsayan bir tur satın alıyorum.

Özel bir taksiyle Agra’ya doğru hareket ediyorum. Aşk adına yapılmış dünyanın en güzel yapısını, Tac Mahal’i görmeye. Moğol hükümdarı Şah Cihan’ın ölen karısı Mümtaz Mahal için inşa ettirdiği, tamamen beyaz mermerden yapılmış büyüleyici yapıyı gezmeye başladığımda saatler epey ilerlemişti.
Yarın gezide iki durak daha var: Birincisi Red Fort, yani kırmızı kale. Her santimetre karesi ince bir işçiliği yansıtıyor. O kadar detay var ki


Nüfusunun % 60’ı müslüman Agra şehrinin en büyük, Hindistan’ın ikinci büyük camii Jama Mesjid’de Kur’an okuyan bir Hintli.

gezmek saatler alıyor. Şoförle buluşmamıza daha saatler var. Yüzde 60’ı Müslüman Agra şehrindeki son durağım Jama Mesjid camii. Hindistan’ın bu ikinci büyük cami, alışılmışın dışında büyük bir kısmı üstü açık bir yapıdan oluşuyor.

Avlusunda oyun oynayan çocuklar, yaradanın huzurunda sessizce kur’an okuyan ihtiyar objektifime takılıyor.
Şoförün sabahki telkiniyle cesaret edemediğimi dönüş yolunda yapıyor, fotoğraf makinemi çıkartıyorum. Civardaki tek turist benim. Bir taraftan yıldıran ve ürküten satıcı tacizleri, nereye baksam ayrı bir hikaye. Fırsat buldukça basıyorum deklanşöre.

Müthiş bir ilgi… Fotoğrafını çektiğim bir tanesi takıldı peşime, gitmek bilmiyor. Kendi dilinde anlatıyor da anlatıyor. Baktım olacak gibi değil ben de anlatmaya başladım Türkçe. Gayet de güzel anlaşıyoruz. Dikkatimi dağıttı yolu karıştırdım 10 dakika yanlış yöne yürümüşüm. En sonunda cesaretini topluyor ağzındaki baklayı uluslar arası mealde çıkartıyor: ‘Money, Rupi!
Sıcak bir taraftan sinir beynime vurmuş, kelimenin tam anlamıyla kovalıyorum gidiyor. Neyse tam vaktinde şoförle bulaşacağımız


Oldukça tehlikeli trafiğine rağmen Hindistan’ı motosiklet üstünde keşfetmeye hazırsanız iki seçeneğiniz var. Ya kendi motorunuzla gelmek ya da resimde görüldüğü gibi ülkenin ünlü motosikleti Royal Enfield’dan bir tane satın alıp, gezip tozup giderken daha ucuz bir fiyatla satmak.

yerdeyim. Bizimkinden eser yok. Yine satıcıların tacizleri arasında dolanıyorum da dolanıyorum. Hafiften kıllanmış, deli danalar gibi dolaşırken birden o beni buluyor.

Karnım acıkmış. En yakın lokantaya atıyorum kendimi. Güzel bir yerel yemek, tali sipariş ediyorum. Bu seyahatte bir düşüncem de mümkün oldukça yerel lezzetleri tatmak.

Hiç de fena değil. Tali, 6-7 çeşit yemeğin küçük kaplarda sunulması olarak özetlenebilir. Sulu bir mercimek yemeği, sade pirinç pilavı, acı mı acı bir soslu tavuk, yoğur vs… siparişimin içeriğini oluşturuyor.
Akşam trenim turun üçüncü ve dördüncü gününü geçireceğim Varanasi’ye götürecek beni. Saat 20:00’de tam saatinde kalkıyor. İçerisi felaket. Bana sunulan tur seçeneklerinin en ucuzunu seçmiştim. Neden ucuz olduğu anlaşıldı. İçerisi bildik trenlere hiç benzemiyor. Tam bir koğuş. Her bölmede 8 kişi uyuyor. Neyse yine de şanslıyım. En azından yatacak yerim var. Çantamı sıkıca kilitleyip, tamamen açıkta kıvrılıp uyumaya çalışıyorum.

Yol arkadaşlarımın her biri korku filminden çıkmış gibi. Yüzlerini inceliyordum ki onlar geldi: Tren görevlisiyle devriye polisi. Evet, yanlış okumadınız. Devriye polisi…


Rikşa, Hindistan’ın her şeyi… Motorlu ve resimdeki gibi bisikletli rikşalar, insan ve yük taşımak için günlük hayatın en pratik aracı olarak her an her yerden karşınıza çıkıyor.

Güvenliği sağlamak için omuzunda eski model bir tüfek polisler düzenli devriye atıyor. Bana bir defter uzattılar. Sayfaya şöyle bir bakınca mesele anlaşıldı. Kargacık burgacık bir el yazısıyla trendeki turist profilini ölçmek için ‘Nereden, nereye, ne kadar vb.’ sorulardan oluşan bir anket hazırlamışlar. Doldurdum uzaklaştılar.

Saatler ilerledikçe kendimi içinde bulunduğum topluma daha ait hissettim. Çekincem kalmadı. Artık çantaları bırakarak tuvalete bile gidebiliyorum.

Sabah tam vaktinde 09:00 gibi Varanasi’deyim. Hani şu ölüleri yakıp, küllerini Ganj nehrine savurdukları, Hindistan’ın en kutsal şehirlerinden Varanasi’de… Turdan başka bir rehber karşılıyor. Kısa bir kahvaltının ardından doğrudan otele gidip dinlenmeye çekiliyorum. Akşam küçük bir ganj nehri tekne turu ayarlayacak. Böylece Hindistan’da en merak ettiğim ölü yakma törenlerinden birine tanık olabileceğim.
Trende iyi uyudum ama yine de yorulmuşum. Derin bir uyku çektim. Rehberim Ganj kıyısına motosikletiyle götürdü. Beni bekleyen tekneye atladım. Ağır ağır yol alıyoruz kutsal Ganj nehrinde. Bulanık bir dere suyunu andırıyor.


Ganj nehrinin hemen kıyısında bir ölü yakma töreni. Matem içindeki ölü yakınları ve göğe yükselen dumanları görüyorsunuz.

Nehir boyunca sıralanmış kutsal yapıları fotoğraflamaya başladım ama doğrusu bu ya aklım ‘Burning Ghat’larda yani. Ölülerin yakıldığı yerlerde. İlk gördüğümüz küçüğüymüş. ‘İşte orada!’ diyor büyüğü için rehber. Yaklaştıkça tüylerim diken diken olmaya başladı bile. Müthiş bir ritüel. Omuzlarda taşınan ölüler, göğe yükselen dumanlar, ölünün akrabalarının hüzünlü bakışları çok etkiliyor beni. Kıyıya çıkmayı teklif ediyor kayıkçı. ‘Olur.’ diyorum.

Onbeş dakika kadar tek başıma, fotoğraf makinemi kullanmadan ve ölü yakınlarının fazla yakınında bulunup onları rahatsız etmeden sessiz adımlarla geziniyorum.

Bir ölünün yakılması için 350 kg. odun gerekiyor. Özel seçilmiş, yağ oranı yüksek bir ağaçtan elde ediliyor. Maaliyeti oldukça yüksek yakılmanın. Zengin aileler için sorun yok. Ancak maddi durumu yetersiz olanlar için oluşturulmuş bir fon var. Hemen arkamdaki binada fakir, ihtiyar kadınlar gördüm. Dediklerine göre onlar hayatlarının son dönemlerini geçirmek için gelmişler. Son olarak şunu da ekleyelim bu konuyu kapatalım. Küller sadece Ganj’a savrulmuyor. Kişinin maddi gücüne bağlı olarak uçaktan savrulması da yapılagelenler arasında.


Hindistan’ın klasik görüntülerinden biri. Kaldırım boyunca sıralanmış sokak berberleri, saçınıza günün moda (!) tarzlarını yansıtmak için sizi bekliyor. Cesaretiniz varsa buyrun…

Varanasi’de ikinci günün sabahı Katmandu’ya yapılacak otobüs seferiyle başlıyor. Toplam 18 saat sürecek yolculuk iki gün sürecek. Bir gece konaklamayı da kapsayan otobüsün bileti 20 $.

Otobüsün kalkacağı yazıhanenin önünde diğer batılı turistlerle tanışıyoruz. Otobüs dediysem, ben öyle sanıyordum. Aslında bir jip. Küçücük aracımıza; Hindistan, Fransa, Sri Lanka, Japonya, İngiltere, Belçika, İsrail ve Türkiye’den kurulu küçük Birleşmiş Milletler ekibi olarak sığmaya çalışıyoruz.

Sınıra kadar 9 saat sürecek yolculuğun ilk etabı, daracık yolda üzerimize üzerimize gelen dev Tata kamyonları saymazsak gayet keyifli geçiyor. Hava henüz kararmıştı ki sınır kasabası Sonouli’ye girdik. Kuzey ve rakım etkisini hissettirmeye başladı. Isı birkaç derece düşmüş. Derme çatma binalardan oluşan, şehrin tam göbeğindeki Hindistan ve Nepal gümrüklerinde işlemlerimizi halledip otel’imize yöneliyoruz. Aslında dilim sürçtü Otel dedim. Bir tür barınak demek daha doğru. Japon, İsrail’li, İngiliz arkadaşlarla dört kişi aynı odadayız. Bakıp bakıp halimize gülüyoruz. En çok da İngiliz’le İsrail’li arkadaş şaştı bu işe. Onlarla ben de bu barınağı fotoğraflayıp ölümsüzleştiriyorum.


Tali, Hindistan mutfağının her yerde karşınıza çıkan, en meşhur yemeği. Sulu mercimek başta olmak üzere azar azar bir dizi yemeğin tek bir tepside sunulması olarak tarif edilebilecek Tali’yi beğeneceğinizi söyleyebilirim. Tabii ki benim gibi yiyeceğiniz yeri iyi seçerseniz.

İlk iş karnımızı doyurmak. Kasabada o saatte yiyecek bir yer bulmak zor. Ama şanslıymışız, bir otelin restaurantına giriyoruz. Yemekler de fena değil. Bugün 5. gün hala midede bozulma yok çok şükür. Hatta aksine kendimi çok iyi hissediyorum. Hava değişimi yüzünden yolculuklarda nükseden halsizlikten de eser yok. Biraz sohbetin ardından odaya dönünce daha bir alıcı gözüyle bakıyoruz mekanımıza. Duvardaki ışığa kümelenmiş yüz binlerce sinek de misafirimiz olacak. Yada biz onların. Neyse!..

Sabah 6.30’da otobüsümüzün başındayız. Yolculuk yine 9 saat sürecek. Sekiz yıllık hayal nihayet akşam mutlu sonla bitecek, Katmandu’da olacağım. Bu defa sayımız azaldı. Japon, Srilanka’lı ve Fransız arkadaşlar Nepal’de önce Pokara’ya gideceklermiş. Son durakları Katmandu. Yerel otobüsümüz, minibüs gibi her yerde duruyor. 9 saat boyunca onlarca insan indi bindi. Nepal’in 1.800 rakımlı başkentine vardığımızda hava kararmaya yüz tutmuştu. Trafik yüzünden şehrin girişinde bir saate yakın adım adım ilerledik. Katmandu, geniş bir vadiye kurulmuş bir çevresindeki yeşil dağlara tezat, betonarme bir şehir. 60’lı yılların sonundan başlamak üzere, batılı çiçek çocuklarının İstanbul Sultanahmet’ten kalkan otobüsleriyle yaklaşık


Agra’dan Varanasi’ye giderken kullandığım tren. Koğuş havası yanıltmasın, yolculuk boyunca resimdeki koridorda sürekli tüfekli polisler devriye atıyor. Yani o kadarda korkulacak bir şey yok!

21 bin km yol kat ederek ulaştıkları, özgürlük ve barışın sembolü Katmandu bugün tam bir turizm cenneti. Outdoor sporlarıyla uğraşan, zengin-orta halli milyonlarca insan her yıl Nepal’e geliyor. Katmandu’nun elektriğini şöyle tanımlamak doğru olur: Hem adrenalin hem de huzuru bir arada bulabileceğin dünyanın nadir köşelerinden biri.

Şehir girişindeki trafik sıkışıklığında kaşla göz arasında otobüse binen otel simsarları, anlaşmalı otellerine ikna etmek için bin türlü numara yapmaya başladılar. Azıcık yüz buldukları turistin deyim yerindeyse başına ekşiyorlar. Bir tek bana diş geçiremediler. Kesin bir ifadeyle püskürtüyorum geleni. Diğer genç arkadaşları da ayarttım. Düşüncem, Katmandu’nun Sultanahmet’i Tamel’e doğrudan gidip, kimsenin zorlaması olmadan, kendi irademle seçmek oteli. Otobüsten inince, ben önde bizim oda arkadaşları arkamda başladık yürümeye. Sora sora 2 km sonra vardık Tamel’e… Aklımızdaki ilk yer, Tamel’de açılan ilk turistik tesis, meşhur Kathmandu Guest House. Tahmin ettiğim gibi yer yok. Bir iki otel daha dolaşıyoruz, birinde karar kılıyoruz. 5$’lık fiyatına göre aslında fena değil ama biraz rutubet kokuyor. Yarın değiştiririz. Bu geceyi atlatalım da hele. Sabah kahvaltıdan sonra Kathmandu Guest House’a


Hindistan’ın en önemli sporu kriket. Buldukları her boş alanda kriket oynayan gençleri sürekli görmek mümkün.

bir daha baktım, netice yok. 11:00 gibi bir daha kontrol edin diyor. Otele dönünce Paul’ü gördüm bir yer bulmuş. İsrailli Yariv’e de haber veriyoruz. O kararsız, kalacak gibi. Japon da akşam ayrılmıştı zaten. Paul ile ikimiz kalıyoruz sadece otel değiştirmek isteyen. Gidip bakıyoruz gayet güzel. Televizyonu da var. 8 $. O günden sonra dört gün boyunca, sıkılana kadar Katmandu’yu geziyoruz. İlk gün Lonely Planet’in tavsiye ettiği yürüyüş rotalarını deniyor, ikinci gün tarihi Patan kabasını ve üçüncü gün meşhur Monkey Temple’ı ziyaret ediyoruz.

Katmandu’daki son günü dinlenmeye ayırıp, ertesi gün Pokara’ya geçtik. Trafik ve dağlar izin vermediği için bu coğrafyada bir şehirden diğerine gitmek 7-8 saatlik yolculuk anlamına geliyor. Katmandu - Pokara yolu 202 km’lik uzaklığıyla ülkemizde en fazla 2.5-3 saatlik bir yolculuğa karşılık gelir. Ama bunları çokta şikayetçi bir dille söylemiyorum. Doğa o kadar güzel ki, yol boyunca o kadar güzel insan yüzlerine rastlıyorsunuz ki bir an bile sıkılmak olası değil. Öğleden sonra vardığımız Pokara, Katmandu’nun büyük şehir kalabalığından sonra ilaç gibi geldi. Gerçekten muhteşem bir yer. Gözlerinizi kapatıp, orman içinde nefis bir göl düşünün. Sonra bu gölün bir kenarına şehri kondurun. Şehrin arkasına da tepecikler,


Katmandu vadisinin ikinci büyük şehri Patan, bir din olarak ve mimari anlayış olarak Budizm’i gerçek anlamda hissedebileceğiniz bir yer. Bir de çevredeki mistik havayı bozan turist ordusu ve turist avcısı satıcılar olmasa!

tepeciklerin arkasına da Himalayar’ı yerleştirin. İşte size Pokara.
Kısa bir şehir turu ve güzel bir yemekten sonra dinlenmeye çekiliyoruz. Katmandu ucuzdu Pokara sudan ucuz. Mesela bulduğumuz son derece temiz ve şirin otelin geceliği 4 YTL. Dört gece için anlaşıyoruz.

Akşam yemeğinde yarınki planımızı yapıyoruz Paul’le. Gündüz gördüğümüz bisikletlerde kaldı gözümüz. Ben hedef büyütüp bir öneri atıyorum ortaya. Ya motosiklete ne dersin? Paul temkinli ama ‘Olur’ deyip ekliyor: ‘Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!’ Ya da ona yakın bir şeyler işte…

Sabah ara ara motosikletçi yok. Daha doğrusu var da hepsi vitesli büyük motosiklet kiralıyorlar. Bizim aradığımız basitçe scooter’lar… Eli verip kolu kaptırdığımız satıcılardan biri ‘Vitesli kullanmayı bilmiyoruz birader’ dedikçe biz öğretiriz, hemen kaparsın demez mi?!! Sanki çocuk oyuncağı. Canımızı emanet edeceğiz. İsteyebileceğim en son şey Nepal’in soldan akan trafiğinde kaza geçirmek. Bisiklete döndük nihayet. Tüm gün kirası 2 YTL. Atladık, bir solukta şehir dışında aldık soluğu. Bastıkça basıyoruz pedala. Nereye gittiğimiz konusunda fazla bir fikrimiz yok. Yolu beğendik gidiyoruz. Tatil de biraz bu demek


Hem Nepal hem de Katmandu’da rastlayabileceğiniz sıradan bir trafik görüntüsü.

değil mi? Amaçsız yaşamak.
Kahve-büfe karışımı bir yerde ilk molamızı verdiğimizde sorduk Nepal ahalisine: ‘Kaç kilometre buradan Pokara? diye. 10 km dediler. Hafif yokuş yukarı yolda bir süre daha gittikten sonra, yeter deyip son molamızı verdik. Mola yerinde üç tane Nepalli şirin mi şirin çocuk. Fotoğraf makinemi çıkartıp, deklanşöre basasıya kadar yanımda -tabirimi mazur görün lütfen- ‘kocakarı’nın biri bitti. Çocukların fotoğrafını çektim diye, kendi lisanında yana yakıla para istiyor. Motor gibi konuşuyor. Baktım olacak gibi değil. Ben de kendi taktiklerime başvurdum. Anlamamış gibi yapıp, motor gibi Türkçe konuşarak salağa yattım: “Sen ne demek? Ben var anlamamak.

F

Hindistan’da mola verdiğimiz dinlenme noktalarından biri. Yemekler metal kapların içinde. Fiyatlar sudan ucuz, tabii yiyecek cesaretiniz varsa…

Nepal olmak çok güzel. Nepali kebap very good”

Paul’e işaret ettim. Kadının bir şaşkınlık anında topukladık kaçtık. Saatler süren çıkışımızın ödülü pedal çevirmeden Pokara’ya kadar rüzgar gibi inmek oldu. 30 dakikada oteldeydik.

Uzun yıllar bisiklete binmeyince olacağı buydu. Popomu hissetmiyorum. Felaket uyuşmuş. Daha zamanımız var ama bir an önce kurtulmak istiyorum. Akşam yemeğinde yarının planı yapılıyor. Tekne kiralanacak.
Sabah kahvaltıda tekne fikrine yeni bir açılım getirdik: Neden yüzmüyoruz? Ama başka yüzen yok. Ne gam. Karar verilmiştir, yüzülecek. Hemen gidip mayolarımızı giyiyoruz.

Yaklaşık, 8 YTL verip, bir gün için teknemizi kiraladık. Gerçekten çok hafif. Durgun suyu yara yara ilerliyoruz. İkimizin de aklında tek bir şey var. Bir an önce kendimizi suya bırakmak. Şansımıza hava bugün fena değil. Sıcaklık 30 derece civarı. Su daha da sıcak. Billur gibi. ‘Gel gel’ diye çağırıyor. Daha fazla dayanıyor, yerel turistlerin bakışları arasında önce Paul, ardından ben bırakıyoruz kendimizi suya…


Hindistan - Nepal seyahatimizin biletine bir gece konaklama da dahildi. Tabii odaya gelince fark ettik ki hiçbirimizin aklına otelin muhteviyatını sormak gelmemiş. Şansımıza o gün jakuzi arıza yapmış. Banyo keyfi yapamadık.

Su ne sıcak ne soğuk. Bizim gibi tekne kiralayan yerel turistler bize bakıp bakıp gülüyor. Biz de onlara gülümsüyoruz, uzaktan el sallıyoruz.

Güneş banyosunun ardından karşı kıyada gördüğümüz göl lokantasına yöneliyoruz. Acıkan karınlarımızın ilacı belli ki orada. Teknemizi kıyısına yerleştirip hafif tepe konumdaki lokantaya tırmandığımızda şahit olduğumuz manzaranın güzelliği karşısında dilimiz tutulacak gibi. Kulağıma Mp3’ümü takıp bir süre kendi yalnızlığımı yaşıyorum.

Yemekleri yazmayacağım. Manzaranın büyüsü bozulur. (!) Yüksek tepeler yüzünden güneş daha erken batıyor buralarda. Son bir


Hindistan gümrüğünde çıkışlarımızı vurduruyoruz.

yüzme keyfi için acele etmeye karar verdik. Ters akıntı yüzünden nispeten zorlanıyoruz ama problem değil. Sona yaklaştığımızda -ki iyice terledik- kayığın dengesini bozmamak için ‘1, 2, 3’ deyip aynı anda atlıyoruz!
Çevreden gelen gülüşmelere alıştık artık. İnsan bu kadar ilgiyi görünce sirkteki maymun gibi hissediyor kendini. Öğrendiğimize göre yerli turistler pek girmezmiş suya. Neden acaba?

Tekneyi teslim ettiğimizde hava iyice kararmıştı. Güneş olmayınca tam kuruyamadık. Şortumuzdan damlayan şıp şıp sular eşliğinde otele kadar yürüdük hızlı hızlı.

Yarın için bir planımız yok. Karşılıklı önerilerimizi akşam konuşmak için sözleşerek dinlenmeye çekildik.
En güzel öneri Paul’den geldi. Sarangot Tepesi’ne çıkmak. Buranın özelliği, üçü 8.000’lik olmak üzere Himalaya dağ sırasının en güzel manzaralarından birini seyredebileceğin yerlerden biri olması. Birkaç gidiş yolu var. En kolayı taksi veya otobüsle tepenin arkası sırtına kadar ulaşıp oradan da patikayı takip edip 30 dk’lık bir yürüyüşle zirveye ulaşmak. Biz en zorunu seçiyoruz. Direkt tırmanacağız. Kitaba göre 3-4 saatlik bir


Katmandu’da meşhur Monkey Temple… Buda, muhtemelen öndeki turist Ömer gibilerini her gün binlerce kez görmekten bıkmış, bezgin bezgin ufku seyrediyor.

yolumuz var. Pokara’nın rakımı 800 m. Sarangot’un ki 1.600 m. Pokara’da göl kıyısından zirveye kadar tempomuzu hemen hemen hiç bozmadan 2.5 saat gibi bir sürede 800 metre rakım çıkıyoruz ki bacaklarda derman kalmadı. Son metrelerimize yamaç paraşütçülerinin gökyüzünde dansı eşlik ediyor. Tepenin hemen altında eski bir manastır ve çevresinde lokanta ve pansiyondan oluşan, birkaç yerleşim var. Son günüm olmasa bir gece konaklamak fena olmazdı. Bir şeyler atıştırıp son askeri bir birliğin tuttuğu zirve noktasına gidiyoruz. Hava epey puslu. Himalayaları net görmek mümkün değil. İçimiz buruk fotoğraf makinelerimizle kala kalıyoruz bir süre Paul’le.

Dönüş yolu için Paul’ün önerisi uzun yolu kullanmak. Daha epey zamanımız olmasına rağmen karanlığa kalıp, geldiğimiz patikayı kaybedeceğimizden korkuyor. Aslında aynı yol zaman ve yorgunluk açısından daha doğru ama farklı bir yoldan gitmek benim de tercihim.

Tam olarak ne kadar yürüyeceğimizi Pokara’ya varana kadar kestiremiyoruz çünkü elimizde harita yok. Asfalt yola kadar olan 30 dakikalık patika, sağı solu evlerle çevrili bir köyün içinden geçiyor. Hani bu köyde yaşasa insanın kesin ömrü artar. Tertemiz bir hava ve


Katmandu’da bir satıcı. (üstte)

nefis bir Himalayalar manzarası. Yola geldiğimizde taksileri bir yokluyoruz. Fahiş fiyatlar çekiyorlar. Yüz vermeyince fiyatlar yarı yarıya düştü. Ama gururluyuz, bizi saf yerine koyan esnafa taviz vermek yok. Asfalt yolda yürüyoruz, yürüyoruz, yürüyoruz…

Saatler süren yolculuğumuz, tempomuz ve süre göz önüne alındığında otele kadar en az 12-13 km devam ediyor. Kelimenin tam anlamıyla pestilimiz çıktı. Tepeyi dolanalım derken ayaklarımız dolandı.
İki 2 saatlik güzel bir uyku sonrası Paul’le son saatlerimizi yaşamak buluştuk. Yarın sabah kuşluk vakti kalkıyor otobüsüm. Katmandu’ya dönüp oradan Delhi’ye uçacağım. Akşam yemeğinden sonra vedamız gerçekten


Katmandu’nun turist muhiti Tamel. Daracık sokaklarda otelden internet kafeye, kitapçıdan lokantaya kadar aklınıza gelebilecek her şeyi bulmak mümkün.

dramatik oldu. Sınırda başlayan arkadaşlığımız süresince birlikte çok güzel vakit geçirdik. Ben elimi uzattım. O benden hızlı davranıp Türk usulü sarıldı. Bir gün yine buluşmak üzere sözleşerek ayrıldık.
Sabah güzel bir güne uyandım. Pokara, beni karşıladığı gibi uğurlamak için pırıl pırıl bir gökyüzü sunuyor. Otobüs geldiğimiz gün bizi bıraktığı yerden kalkıyor. Bazı simalar tanıdık geliyor. İlk otobüste de varlardı. Demek ki onların da Pokara’sı kısa sürmüş. Katmandu’ya doğru hareket ediyoruz. Gelirken olduğu gibi iki yerde mola verdik. Tamel’e varınca Nepal’de son gecemi yaşamak için aynı otele gittim. Güler yüzlü otel personeli beni yine sıcacık bir ‘Namaste *’ ile karşılıyor. Çekik gözlü insanların diyarı Nepal’i çok sevdim. Bir gün mutlaka gelmek yeniden gelmek isterim.

Kısa bir uykunun ardından Tamel’in sokaklarına veda turuna çıktım. Kitapçılara girdim, müzik marketlere uğradım, bir türlü konaklamak kısmet olmayan Kathmandu Guest House’ın kapısından baktım.

* Hint ve Nepal dilinde ‘Merhaba, İyi günler’ anlamlarına gelen bir sözcük.


Himalayalar’ın hemen kıyısında cennet bir köşe: Pokara.

Uçak, sabah 7:45’te ama en az 2.5 saat önce havaalanında olmamızı konusunda uyarmışlardı bileti alırken. Gecenin kör karanlığında, Kathmandu sokaklarında son yürüyüşümü yapıyor, karşıma çıkan ilk taksiyle 7 km. mesafedeki havaalanına ulaşıyorum. Son dakika sürprizi: Yolcu hizmet bedeli olarak 25 $ istiyorlar. Doğrusu bu çok kötü oldu. Delhi’deki son günümde biraz sıkıntıya sokabilir beni. Daha kötüsü aynı parayı İstanbul’a uçarken Delhi’de de isterlerse yandım demektir.

Aslında Delhi’ye karadan dönecektim. Son anda karar verdim uçak kullanmayı. İyi ki de öyle yapmışım. Hem en az iki gün kazandım. Hem de o ana kadar kısmet olmayan Himalayalar manzarasını uçaktan doya doya dakikalarca seyretme fırsatı buldum.

İki hafta arayla Delhi’ye ikinci gelişim. İlkindeki tedirginlikten eser yok. Bilgi insanın efendisidir demişler ya çok doğru. Dar anlamda tecrübe olarak ifade edebileceğimiz bilgi sayesinde bugün ne yapacağımı, neyle karşılaşacağımı çok iyi biliyorum. İstanbul uçağına daha 20 saat var. Geceyi bir otelde geçireceğim ama çantamı şehir merkezine taşımak istemiyorum. Sordum bir emanetçi varmış, bıraktım. Arkasından araştırınca Paharganj bölgesine


Pokara’da kiraladığımız bisikletlerle şehir dışına kaçtık.

giden bir otobüs buldum. Hem de ilk gelişimde verdiğim paranın beşte birine. Ucuz otellerin bulunduğu Paharganj’a giden yolun ağzında indirdiler beni. Fazla bir yürüme yolu yok. Delhi sokakları yine formunda. İnsan idrarlarıyla geometrik şekillerde boyanmış duvarlar, hayvan ve insan pisliklerinin ağır kokusu, aksıranlar, tükürenler…

Paharganj, sağlı sollu dükkanların ve otellerin bulunduğu uzun ince bir cadde. En hesaplısından bir otel bulup parasını peşin veriyorum. Hindistan’ın bu son gününde Delhi’yi gezmek istiyorum. Sürem kısıtlı. İlk hedefim Hindistan’ın hoşgörü diyarı olduğunun en güzel kanıtlarından biri olan bir yer. Dini bir merkezden bahsedeceğimi sandınız değil mi? Ama hayır. Sözünü etmek istediğim yer bir kebapçı. Evet bir kebapçı. İneğin kutsal olduğu Hindistan’da inek etinden yapılmış kebaplarıyla ünlü Karim’s Kebaps’ı sora sora, uzunca ve karışık bir yolu aşarak 1.5 saat yürüyerek buluyorum.

Kebapçının nefis menülerine gelmeden önce bu ‘karışık’ yolu açayım biraz. Şehir, Eski Delhi ve Yeni Delhi olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Paharganj ve bir dolu eski tarihi yapı, doğal olarak Eski Delhi kısmında. Normalde aklı başında her turistin tercih


Bu sevimli yavrucaklar başıma tam anlamıyla bela oldu. Resimlerini çeker çekmez, yaşlı bir kadınla birlikte para istemeye başladılar. Nasıl kaçtığımı bir ben bir de Allah bilir.

edeceği motorlu veya bisikletli rikşaları tercih etmeyerek yürümeye karar veriyorum. Pişman değilim, bu kararı kendim aldım.
Gördüğüm insan manzaralarını tarif etmek mümkün değil. Ulu orta büyük küçük fark etmeksizin tuvaletini yapanlar, 30 saniyede bir önümü kesen dilenciler, bitmek bilmeyen ısrarlarıyla rikşacılar, elindeki 1.5 metre sopayla bu saydığım insanları hayvan sürüsü kovalar gibi dürten, itekleyen polisler.

Herkes bana bakıyor, bu da tedirginliğimi artıyor başlarda. Ancak buna da alıştım. Bana bakana bir selam veriyorum, 32 dişini birden sırıtarak o da bana gülümsüyor. Sıcak bir iletişim kuruyoruz. Ancak yine de fotoğraf makinemi çıkartmak, bu muhteşem hazineye rağmen bir saniye bile aklıma gelmedi.

Bir ara baktım çevremde bir tane bile turist yok. 1.5 saat boyunca bakışlar üzerimden hiç eksik olmadı. Bir insan nasıl bu kadar beyaz olabilir diye düşünüyorlar herhalde…

Karim’s Kebaps hakikatten anlatıldığı kadar varmış. Hatta anlatılmayanı da gidince gördüm. Menülerin bir yüzüne, Times dergisinin ‘Asya’nın Lezzet Durakları’ başlıklı kapağını basmışlar. Burası Asya’nın önde gelen lezzet noktalarından biriymiş de


Meşhur Hint kınası

haberimiz yokmuş. Fiyatlar da sudan ucuz. Tıka basa yedim, gelen hesap 3 YTL. Menüde kebabın bir sürü çeşidi, pilavlar, tandır ekmekler bizim damak lezzetimize uygun. Çıkışta hemen karşıdaki, Hindistan’ın en büyük camii Jama Mesjid’i gezmek istiyorum. Giriş bedava ama kapıda bir din kardeşimiz beni görür görmez fotoğraf makinesi için 200 Rupi diye tutturdu. Kullanmayacağım dedim, lütfen dışarı gibilerinden bir hareket yaptı. Bende de kayış koptu tabi. Yahu adam, caminin en gösterişlisi bizde. En büyüğü bizde. Allah’ın evinde adam kazıklamaya utanmıyor musun? Vazgeçtim girmiyorum. Arkamda İspanyol bir grup vardı. Onlar da kulak kabartmışlar bizi dinliyorlar. Merak ettiler sordular: ‘Neredensin?’ Şöyle göğüs ileride, baş hafif yana kaykılmış gururlu bir ifadeyle ‘Turkey’ deyiverdim. Ayak üstü onlara da ülkemizin camilerini, güzelliğini anlattım. Araya da İstanbul, şiş kebap, Türk lokumu mealinde kısa bir İstanbul reklamı aldım, seneye kesin buradalar… Vazgeçtiler tabi girmekten. Hani giriş ücreti olarak istese parayı, çıkar ver.Oradan çıktım. İkinci hedefe, India Gate yöneldim. Az önce bahsettiğim Yeni Delhi tarafında. En kısa yol metroyu kullanmak. İlk metro istasyonundan şehrin altına iniyorum,


Yeni Delhi’nin geniş ve modern caddeleri. Tam karşımızdaki anıt India Gate.

bir kez daha şaşırtıyor Hindistan beni. Yukarıda orta çağ, aşağıda uzay çağı. 17 milyonluk koca bir şehir Delhi. Harita üzerinde yakın gözüken iki semt arası bile çok uzak. Bir de buna trafik keşmekeşini eklerseniz yollar ister istemez gözünüzde büyüyor. Metro ile kısa bir yolculuktan sonra India Gate’e en yakın noktada iniyorum. Buradan anıta yürümek bile mesele. İki askerin nöbet tuttuğu 42 metre yüksekliğindeki yapının üzerinde 1. Dünya Savaşı ve 1919 yılındaki Afganistan çatışmalarında ölen 90 bin Hind askerinin isimleri yazılı.
Anıttan ziyade benim gözüm çevresindeki Hintli yerli turistlerde. Makinemin zoom’unu kullanarak uzaktan yüzlerini çekiyorum bol bol. Bambaşka yerlerde bambaşka hayatları yaşayan ve şu an aynı anı paylaştığımız onlarca Hintli var çevremde. Ayaklarım yorulana kadar, hava kararana kadar çekim yapıyorum. Yeni Delhi’nin planı yüzyılın başında İngilizler tarafından çizilmiş. Üzerinde dünya markalarının yer aldığı son derece geniş ve modern caddeler dikkati çekiyor. Mc Donald’s çıkıyor karşıma. Eski Delhi’deki karmaşa o kadar bunaltmış ki okyanusun ortasında can simidi bulmuşçasına atlıyorum.
Öğlen o kadar acıkmışım ki acıkana kadar


Hindistan’da küçük çocukların gözlerine sürme çekiyorlar.

epey zaman geçti. Acıkınca da paket yaptırıp, bulduğum ilk otorikşa ile otele döndüm. Hava alanına gitmek için saatimi 02:00’ye kurmuştum. Uyanınca, yatarken hazırladığım çantamı kaptığım gibi otelin çağırdığı taksiye atlayıp, gecenin kör karanlığında hava alanına yöneldim. Varınca da ilk iş emanetçiden çantamı almak oldu. Şöyle bir yokluyorum, çok şükür bir eksiği yok.

Uçak ufak bir rötarla yine Amman aktarmalı İstanbul’a yöneliyor. Memleket, sevdiklerim burnunda tutuyor iyice. Son notlarımı, duygularımı aktarıyorum ilk fırsat bulduğumda kağıtlara. Gerçekten unutulmaz bir macera oldu benim için bu gezi. Uzun muydu kısa mıydı, yetti mi az mıydı bunlar çok mühim değil. Ne kadar dolu yaşadığınız önemli ki kendi adıma, hayatımda ilk kez yaşadığım bir çok deneyimi üst üste koyduğumda çok karlı ve mutlu döndüğümü söyleyebilirim.

Yemek servisinin sonrasında uçağın konforlu koltuğuna gömülmüş, göz kapaklarım yorgunluktan iyiden iyiye kapanmaya başlamışken aklımda bir tek şey vardı. Bir gün tekrar gelmek. Kısmet olur mu? Cevabı zaman verecek…
Okunma 10432 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 29 Ekim 2011 20:54
Yorum eklemek için giriş yapın