Uludağ Yaz Tırmanışı


Pandül faaliyetleri ve günlük koşuşturma içinde eriyen zamanlarımız iki ayrı dünya gibi. Birinde çok mutluyuz diğerinde (muhtemelen) çok mutsuz. Birinde karşılıklı saygıdan bir an olsun taviz vermeden saf samimiyet duyguları sarmalıyor her yanınızı, diğerinde sinirlerimizi yıpratıp bizi kurt adama dönüştüren günlük çıkar ilişkileri… Hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğuna ben henüz karar veremedim…

 

Yine eğlendik. Hem de çok fazla. Öyle ki, sevdiklerimiz olmasa topluca firar etmek, dönmemek içten bile değildi. Halbuki İstanbul tabelasını görene kadar ne kadar da mutluyduk iki gün. İstanbul yanarken, Bursa’da 2000 metrenin üstünde serin rüzgara teslim ettik kendimizi. Neden mi bahsediyorum? Tabii ki Uludağ zirve faaliyetinden… Bora’nın organizasyonuyla bir araya gelen, Yiğit, Eray ve benden kurulu küçük Pandül ekibi, yorucu ve keyifli bir hafta sonunu paylaştı.

 

Şimdi her şeyin başına, faaliyet hazırlıklarına dönelim…

 

Bora’nın ilk duyuru mesajı geldiğinde, olumlu tepkiler yağmur gibiydi. 8 kişi büyük bir istekle dönmüştü ki aksilikler birbirini takip etti o hafta içi. Önce Bilent ayağını incitti, sonra Sercan’la Akın’ın fazla mesai yapmaları gerektiği ortaya çıktı. Sonuç: Faaliyet bir hafta ertelenecek!

 



 

Aradan geçen bir haftaya rağmen ne yazık ki ayağı bir türlü iyileşmeyince, doktorun da vetosuyla Bilent faaliyete, en çok isteklilerimizden biri olmasına rağmen katılamadı. Dolayısıyla Mualla da… Sercan ve Akın’ın mesai sendromu da devam edince ertelemeden tek karımız Eray oldu. Bu hafta Eray da bizimle. Yeşim son anda vazgeçince kadro dört kişiye indi. Tam işin içinden çıkılmaz bir matematik denklemine dönüşecekti ki faaliyet günü geldi çattı da hepimiz rahatladık.

 

‘8-4+1-1=4’ şeklinde de özetlenebilecek Uludağ seyahatimize Cumartesi günü sabahtan ve mümkün olduğunca erkenden başlamaya karar verdik. Eray ve Bora, Yiğit ve beni Anadolu yakasından alacak. Bostancı Köprüsü’nde buluşma saatimiz 07:00. Bora’lar 2 dakika gecikince Pandül Yasası’nın 243. maddesinin B fıkrası gereğince ceza kesildi: Vapurda çaylar ısmarlanacak!

 

Meyve suları ve kuşluk vakti kendi elceğizlerimle hazırladığım kaşarlı tostların eşliğinde rahat bir yolculukla Topçular İskelesi’ne vardık. Kuyruk tahminimizden uzun olsa da sohbet süreyi kısalttı. Göz açıp kapanıncaya kadar vapurdaydık. Tenimizi yalayan efil efil rüzgarla mesut, derinliğinde kaybolduğumuz masmavi dalgalarla sarhoş hedefe yöneldik. Eray itiraf ediyor: “Ben en çok faaliyetin bu vapur keyfini severim. Bıraksalar geri dönerim!”

 

Seyahati Eray’ın Tipo’suyla yapıyoruz. Yaşlı kurt her zamanki gibi sapasağlam. Rampalarda zaman zaman zorlansa da kendinden emin otobanın şeritlerini altına almaya devam ediyor. Dördümüzün birbirinden hacimli çantasını küçücük bagajına öyle bir sığdırdı ki şaşıp kaldık.

 

Orhangazi dolaylarından geçerken ‘Kilo ile köfte’ tabelaları asılmış lokantaları görünce faaliyetimizin finali için bir güzellik düşünmeye başladık. Daha doğrusu gözlerden mesaj direkt midelere gitti. Mideler köfteye hazırlarmış da haberimiz yokmuş. Başladılar beyinlerimizi ikna etmeye.

 

Beyin itirazda soruyor: “Burası neresi?”

Mide cevap veriyor: “Bursaaa…”’

‘Bursa’da ne yenir?..’

“Ne yenir?..”

“Ne olacak iskender tabii ki?”

Mide son kozunu oynuyor: “Cumalıkızık’tan gelirkenki İskender faciasını unuttun galiba! Sıradan bir kebabın porsiyonuna 17 milyon verdin de ne oldu? Garsondan iki pide isteyeceğim diye iki paralık oldun!..”




Bu tartışma biteceğe benzemiyor. Biz en iyisi yola devam edelim. Yine rahat bir yolculuktan sonra önce Bursa’ya, sonra da Uludağ yoluna girdik. Yol boyunca geride bıraktığımız 100’ün üzerinde viraj tam midemi altına üstüne getirecekti ki 1.865 metre rakımlı oteller bölgesine vardık. Kısa bir hazırlıktan, birkaç küçük gereci araçta bıraktıktan sonra toprak yola girip haftalardır hayalini kurduğumuz zirve yolculuğuna başlıyoruz. Saatlerimiz şimdi 11:00.

 

Kısa bir çıkışın ardından aşağı yukarı aynı düzlemde uzunca bir süre yürüyoruz. Kendinden emin, mahşerin dört atlısı edasıyla yürüyüşümüz Maden’e kadar sürüyor. Molanın ardından başlayan, neredeyse 45 derece eğimli çıkışımıza ruhumuzu teslim edecektik ki korkulan olmadı da yukarıdaki nispeten düz patikaya atabildik kendimizi. Daha zirveye çok uzun bir mesafe olmasına rağmen, en önemli engeli geçtiğimizi bilerek artık daha rahattık. Tek rakibimiz kalmıştı, kartallar… Rakım aldıkça coştuk, coştukça hızlandık. Birkaç saat sonra, 16:05 gibi zirvenin hemen altında son molamızı verir bulduk kendimizi. Kısa dinlenme esnasında bir ara baktım ben dahil herkes -ne düşündükleri bilinmez- yüzler ciddi, gözler kısık zirveyi kesiyor.


Eray’ın nükseden diz ağrısı dışında neşemiz yerinde, zirvedeyiz. Çocuklar gibi şen, yükleniyoruz fotoğraf makinalarına… Şak şuk’ların arasında bir taraftan da akşam kamp atacağımız krater gölünün eşsiz manzarasında gözümüz. 30 dakikalık ilaç gibi gelen molanın ardından iniş vakti geldi. Dolanmaya üşendik, oldukça dik ön taraftan inişe başladık. Başlarımızın vurdumduymazlığının cezasını zavallı ayaklarımız çekti. Düzlüğü görene kadar, ağır aksak, kör topal, bazen de kaya kaya inişimiz bizi çok yordu.

 

Gölün kenarına vardığımızda kamp alanımızın Bursa’nın orta yaşlı, göbekli bir ‘mangal timi’ tarafından zaptedildiğini gördük. Ateşte kıvama gelmiş irice et parçalarını Erol Taş iştahıyla mideye indiren grubun neşeli muhabbetinden anladığımız kadarıyla kalıcı değiller. İşte bu iyi haber...

 

Eray kendini iyi hissetmiyor. Sanırım biraz üşüttü. Bulduğumuz boşluğa açtığımız Yiğit’in yeni, pratik çadırında dinlenmeye (!) çekiliyor. Çadırın yanı E5 gibi. Çadırın dibinden, grubun ATV’sini mi istersiniz cipini mi istersiniz, geçmeyen motorlu taşıt kalmadı. Araçlar, kahkahalar, bağrışmalar şok etkisi yaratmış olacak ki bir süre sonra Eray nispeten düzelmiş şekilde yanımıza geldi. Karnımız zil çalıyor. Yemek işine giriştik. Bora’nın ölü dirilten bol baharatlı, tarhana çorbası hepimize çok iyi geliyor. Tonbalıklı ve domates soslu olmak üzere iki çeşit hazırlanan makarna ile zenginleştirdiğimiz soframızda iştahlar yerinde. Enerjimiz yavaş yavaş yerine gelmeye başladı. ‘Lapacılar’ da ağırdan toplanıyor. Hava kararmaya yakın birkaç klişe sözle vedalaştık. Giderek ayak buz gibi suda soğutulmuş 1 lt. ayran ve yarım karpuzu sevecenlikle hediye ediyorlar. İçten teşekkürler!..

 


 

Alelacele diğer çadırı da kuruyoruz. Komşumuz var. Az önce gelen iki kişilik bir grup da geceyi bizimle geçirecek. Aslında gölün çevresi bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor. Tahminimizden daha kalabalık. Bizim dışımızda dört çadır grubu daha var. İkisi arabalı. Sabah hem araç hem de konaklayanların sayısı daha da artacak. Bütün rutinleri hallettiğimize göre artık keyfe zaman ayırabiliriz. Matlara sohbet pozisyonu verdikten sonra çay yapmaya koyuluyoruz. Çayımızın yanına da kuruyemişler, çekirdekler, meyveler ve bir tutam eşsiz göl manzarası açtık mı tamamdır.

 

Bizim komşular geveze çıktı… Geldiklerinden beri kendi aralarında tartışan ikiliden yaşlı olan konuya “Erciyes’e çıktınız mı?”, “Demirkazık yaptınız mı?” şeklinde başlayınca anladık ki karşımızda bir zirveler fatihi duruyor. O çok beklediği soruyu, “Bize biraz maceralarınızdan bahseder misiniz?” sorusunu sormadıkça aşka geldi anlattı. Biz kendimizi tuttuk, Everest maceralarını da sormadık. Ama o anlattı. Saatlerimiz ilerledikçe günün yorgunluğu gözlerimize yansımaya başlıyor. Önce Bora, sonra Yiğit yatıyor. Eray’la ben komşularımıza rağmen gölün ve yıldızlı gecenin tadını biraz daha çıkarmaya kararlıyız. Tam karşımızda araçlı bir kamp grubu var. Ellerindeki inanılmaz güçlü fenerle çevreyi aydınlatmaca oynuyorlar. Rastgele yönelttikleri ışıkla her yer aydınlanıyor. Neredeyse zirvedeki bayrak bile seçilecek. Hava her ne kadar soğumuş olsa da tahminimizden daha iyi. Polarlarımızla üşümeden, rahatlıkla oturabiliyoruz. Yarın yolumuz uzun. Tatilcilere denk geleceğimiz muhakkak. Dönüşe vakitli geçmeli. Şimdi çadıra çekilip, uykuya kendimizi teslim etme vakti.

 

Gece o kadar iyi uyuduk ki sabah kalktığımızda kendimizi gayet dinç hissediyorduk. Akşam, Bora ve Yiğit tekrar zirve yapmak üzere sözleştikleri için hazırlanıp vakitlice yola çıktılar. Yiğitçe çıktıkları zirve yolculuğunda boralar estirmek üzere yolladığımız minik Pandül ekibi, rota boyunca ilerledikçe ufaldılar ufaldılar sonunda gözden kayboldular. Eray’la benim payıma kahvaltıyı hazırlamak düştü. Yaklaşık 2 saatimiz vardı. Bu süreyi çene çalarak geçirdik.

 



 

Nihayet uzaktan bizimkileri göründü. Telaşla kahvaltıya giriştik ki hızlarına yetişmek ne mümkün. Kısa zamanda yanımızda oldular. Gayet iyi görünüyorlar. Hele Yiğit hızını alamamış olacak ki kendini gölün soğuk sularına bırakıveriyor. Menümüz çok zengin. Trangia’lar harıl harıl çalışıyor. Tavanın birinde yağda biberli yumurta, diğerinde sucuklu yumurtalar hazır olmak üzere. Domatesler, peynirler, zeytinler de hazırlandı mı tamam. Midelerde alarm boruları ötüyor. Kurt gibi acıkmışız. Herkes yavaştan sofradaki yerini almaya başladı. Yumurta nefis görünüyor. Hele sucukların o nefis kokusu yok mu. Arazide her şey daha mı bir lezzetli nedir?

 

Kahvaltı sonrası göl faaliyeti resmen başlıyor. Yiğit’i takiben ben ve Eray buz gibi suda alıyoruz soluğu. Ancak soğuk o kadar içimize işliyor ki, uyuşuyoruz. Kulaç atmak ne mümkün. Biri iki çırpınmadan sonra dirilmiş, çivi gibi olmuş bedenlerle çıkıyoruz.

 

Çadırları topladıktan sonra 12:00 gibi Oteller bölgesi istikametine doğru yol almaya başladık. Dünkü ganimetlerden ayranı bir dikişte götürüyoruz. Bu defa gelişimizin tersine uzunca bir süre hafif eğimli patikadan rakım kaybetmeye başladık. Bir iki kısa molanın sonunda Maden’e vardık. Tempomuz gayet iyi. Adımlarımız ceylanları kıskandıracak kadar kıvrak ve seri. Hararetli sohbetimizin de etkisiyle zaman su gibi akıyor. Sevgili Tipo’muz bıraktığımız yerde kıvrılmış uyuyor. Onu uyandırmadan parmak uçlarına basa basa yolculuk hazırlıklarına başlıyoruz. Ayaklar yıkanıyor, çoraplar ve tişörtler değiştiriliyor. Eller, yüzler yıkanıyor.

 

Yiğit’in hatırlatmasıyla köfte bir kez daha gündemimize girdi. Bora’dan da kocaman bir destek gelince karar kesinleşiyor: Dönüşte köfte şov var! Sabahki sucuk partisinin etkisinden olacak canım hiç et yemek istemiyor oysa. Ancak Orhangazi’ye varıncaya kadarki yol boyunca bastıran açlığım düşüncelerimi değiştirmeye yetiyor. Önce köfte sempatizanına sonra köfte fanatiğine dönüşmüş buluyorum kendimi. Gözlerimiz harıl harıl köfteciyi arıyor. İşte bulduk sonunda!.. Dördümüz için bir kilo köfte, iki çeşit bol kepçe salata ve içecekler… Hayat bu olsa gerek. Temiz havada iştahla saldırıyoruz köftelere. Adam başı 12-13 köfte mis gibi kokusu, nefis tadıyla damaklarımızda hurma gibi dağılıyor.

 



 

 

Arabalı vapura geldiğimizde tahmin ettiğimiz gibi uzunca bir araç kuyruğuyla karşılaştık. Soluksuz çalışan kocaman vapurlar sayesinde neyse ki sıranın gelmesi uzun sürmedi. İki gün boyunca her anından büyük keyif aldığımız faaliyetimizin muhasebesini yapıyoruz kendi içimizde, sessiz ve derinden.

 

Güzel hafta sonundan anı dağarcığımıza neler takıldı derseniz; çantalı zirve, buz gibi göl, doyumsuz sohbet, bolca adrenalin, çelik gibi irade, geveze komşular, göbekli mangalcılar, ızgara köfte…

 

Yeni bir faaliyette görüşmek üzere…

Yazı: İhsan Önder

Fotoğraflar: Yiğit Şahinbeyoğlu, Bora Özkoca, Eray Oğuş
Okunma 12511 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 29 Ekim 2011 20:54
Yorum eklemek için giriş yapın