
Başlarken
Bu yol notları, Yunanistan tatili planlayan üç arkadaşın programlarını adım adım nasıl uyguladıklarını anlatmak, anlatırken de tatilini yurt dışında ve mümkün olan en ekonomik şekilde değerlendirmek isteyenlere örnek olmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Vize, yol paraları, yurt dışı çıkış harcı, günlük harcamalar, konaklama ve yeme-içme dahil kişi başı 750 YTL’lik bir bütçe ile gerçekleşen bu seyahatin başından sonuna kadar, mevsim normallerinin çok çok üzerinde seyreden sıcağa rağmen ne kadar keyifli geçtiğini, objektiflerimize ve satırlarımıza yansıtmaya çalıştık.
Bir haftalık maceramız süresince ülkeler ve şehirler arası ulaşımlarımızda 42 saat tren yolculuğu yaptık. Şehir içi ulaşımdaysa en çok ayaklarımıza güvendik. Her yere ama her yere yürüdük, yürüdük, yürüdük… Bu şekilde gözlerimizin şehrin farklı bir yüzene tanıklık etmesine, kalbimizin bulunduğu kültüre daha çabuk uyum sağlamasına imkan tanımış olduk. Yine bu amaçla Lonely Planet yayınevinin ‘Greece’ isimli kitabının rehberliğinden yararlandık. Bulunduğumuz yerin detaylı haritaları, görülmesi gereken başlıca yerler ve kısa bilgileri, tavsiyeler kulağımıza küpe oldu.
En az bizim kadar keyif almanız dileğiyle!..
Yola Çıkmadan önce, 22 Haziran 2007 Cuma
Aslında geçen yıl planlamıştık Yunanistan’a gitmeyi. Ama bir türlü olmadı. Kısmet bu zamanaymış. Baba tarafının Selanik’ten göçme olmasından mıdır yoksa uzun yıllar Edirne sınırında oturup da komşunun bütün televizyon kanallarını izleyerek büyüdüğümüzden midir bilinmez, Yunanistan’a hep sempati besledim. Dönemsel gerginlikleri politikacıların, medyanın işgüzarlığına bağladım. İki ülkenin insanı farklı dinlere mensup olmalarına rağmen aynı kültürün hamuruyla yoğrulmuşçasına benzeşiyor. Yemekler aynı, türküler aynı, sosyal refleksler aynı… Hem değil mi ki her Yunanistan’a giden gördüğü ekstra ilgiden mesut, güzel anılarla dönüyor. O zaman gidip yerinde görelim, merakımızı giderelim.
Fikir ortaya atıldığından beri, ama özellikle tarih yaklaştıkça artan ilgiyle bu güzel ülkeyi araştırıyoruz. Tarihiyle, doğasıyla renkli bir puzzle’ı andıran Yunanistan için kendi rotamızı kendimiz belirledik. Ölçtük, biçtik, fazlalıkları kısalttık, kısaları uzattık, ortaya kendimize özgü bir program çıkarttık.
Sevgili eşim ve üniversiteden yadigar arkadaşımız Sertaç düşüyoruz yollara… Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan bir protokolle 2005 yılından bu yana hizmet veren İstanbul - Selanik dostluk treni ile yapacağız yolculuğumuzu. Her gün akşam saatlerinde karşılıklı olarak iki ülkeden kalkan trenler ertesi sabah saatlerinde hedefine varıyor. Trenlerin biri Türkiye’ye ait, diğeri Yunanistan’a. Ülke içinde de temel ulaşım aracımız yine trenler olacak. Rotamız Selanik - Atina - Kavala - Selanik şeklinde. Sirkeci’den kalkacak trenimizin hareketine 24 saatten az bir süre kaldı ya içim içime sığmıyor. Kıyafet seçimimize, otellerimizin lokasyonuna, gezilecek yerlerin seçimine kadar programımızı mümkün olduğunca eksiksiz yapmaya çalıştık. Tek endişemiz küresel ısınmadan dolayı günlerdir mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklar. Aynı paralelde yer aldığımız için Yunanistan’da da aşırı sıcaklar etkisini göstermeye başladı.
Tüm hazırlıklarımızın ilk safhası, pasaportları elden geçirmekle başladı. Sertaç’la ben var olan pasaportlarımızın süresin uzatırken, Yeşim ilk kez pasaport çıkarttı. Devamında vize için evraklarımızı hazırladık. Yeşim ilk kez Shengen vizesi alacağı için zorlanacağını düşündük ama korktuğumuz başımıza gelmedi. Bir hafta içinde pasaportlarımıza Shengen vizesinin Yunanistan onaylı damgası vurulmuştu bile.
Trenimiz yarın 20:00’de hareket ediyor. Hadi hayırlısı…
Yunan treni mi Türk treni mi, 23 Haziran 2007 Cumartesi
Sabah bu soruyla uyandık: Trenimiz bize mi ait Yunanlılara mı?.. Rivayet o ki Türk treni, Yunan treninden çok daha güzelmiş. Tabi hep bizim tecrübeleri okuduğum için duygusal da davranılıyor olabilir. Neyse, bu çok da önemli değil aslında. Asıl olan heyecanla, merakla beklediğimiz Yunanistan seyahatinin başlayacak olması.
Trenin kompartımanları ikişer kişilik. Sertaç, odasını hiç istemese de bir yabancıyla paylaşacak.
Sertaç’la Kadıköy’de buluşup boğazın enfes manzarası ile gözlerimizi, havasıyla ciğerlerimizi doyuran şehir hatları vapuruyla son kez karşıya geçtik. Biraz erken geldiğimiz için yaklaşık iki saat vaktimiz vardı. Olası bir kayıp, hırsızlık durumlarına karşı riski azaltmak ve konsoloslukta işlemlerimizi hızlandırsın diye önemli evraklarımızın hepsinden birer kopya almıştık.

Sadece pasaportlar kalmıştı. Onların da fotokopilerini çektirdikten sonra yemek yedik. Yolluklarımızı da aldıktan sonra tren garının yolunu tuttuk.
Evet trenimiz orada... Peronumuza varınca mavi - beyaz rengiyle, bayrağıyla Yunanistan’ın havasını ilk kez koklamaya başladık. Kokladıkça da heyecanımız arttı. İlk fotoğraflar için deklanşöre basılıyor. Sertaç’a eskiden beri takılırız Yunan papazlarına benziyorsun diye. O da ne, trende bir Yunan papazı da var gerçekten. Kahkahalar havada uçuyor. Bir süre sonra Sertaç suskun. Üstüne gidince ağzındaki baklayı çıkartıyor: Ya oda arkadaşı papazsa?..
Trende dört vagon var. Vagonları Türkiye topraklarında Türk lokomotifi, Yunanistan tarafında Yunan lokomotifi çekiyor. Yunan kondüktörler, birbirimize fiziksel olarak da ne kadar benzediğimizin kanıtı adeta. Sanki Dimitri, Kostas değil de Kemal Abi, Muharrem Abi ilk selamımızı alan…
Eşyalarımızı bırakmak için girdiğimizde fark ediyoruz ki kompartımanlar anlatılandan da küçük. Japonların kapsül otellerini andırıyor. Mini buzdolabı hayallerimiz de klima hayallerimizin raylara saçılması da cabası.
Saat tam 20:00’de -ne bir dakika geç ne bir dakika erken- hareket ettik. Çok yavaş, zaman zaman da durarak ilerledik. 08:40’ta Halkalı’daydık. Trende yemek vagonu yok. Ancak görevlilerden çay veya su alabiliyorsunuz. Tarifeyi de hemen öğrendik: Çay 1, su 0.5 Euro. Halkalı’dan sonra durmadan, hızla ilerlemeye başladı demir evimiz. Trenin raylarda ilerlerken çıkardığı sesi çocukluğumdan beri çok severim. Dev bir orkestranın ahenkle ortaya koyduğu özgün bir senfoniyi andırır. Bu müzik ziyafeti hiç bitmesin derken trenimiz Çerkezköy’de durdu. Sonradan anladık nedenini. Sirkeci’deki kalkışa yetişemeyen bir yolcu, ilk bulduğu arabayla Selanik trenini bu istasyonda yakalayabilmiş. Kesinlikle onun yerinde olmak istemezdim.
Yunanistan topraklarındayız, 24 Haziran 2007 Pazar
Gece yarısını 20 dakika geçe Uzunköprü gümrüğüne vardık. Alıştığımız sınır kapılarından çok farklı. Gümrük işlemlerinin yapıldığı küçücük bir bina ve hemen yanında büfe boyutlarında bir Duty Free Shop. Hepsi bu!..
Pasaportlarımızı toplayan polisin hatırlatmasıyla 15 YTL’lik yurtdışı çıkış harcını ödemek üzere trenden indik. Sertaç, kaşla göz arasında bulduğu büfede cebindeki son Türk parasını soda ve fındıklara yatırıyor. Ama iyi yatırım doğrusu. Gecenin bir yarısı acıkan midelerimize ilaç gibi geldi! Bir süre sonra bu defa gümrük memuru kapımızı tıklatıyor. Çantalarımızı soruyor. Yerdeki sırt çantamızı işaret ediyoruz. Şöyle göz ucuyla bakıyor. Ya bismillah deyip yerden 15 santim kaldırıp bırakıyor. Tamam, temiz! Ağzımız bir karış açık ardından bakakalıyoruz. Bu gümrükte alışkanlıklarımız bizi yanıltacak anlaşılan.
Çıkış damgası vurulmuş pasaportlarımızın teslim edilmesiyle, 45 dakikanın ardından Yunan topraklarına doğru yola çıkıyoruz. Kısa bir süre sonra Python’dayız. Yani Yunanistan gümrüğünde... Yine aynı işlemler. Son derece kibar bir yunan emniyet görevlisi pasaportlarımızı topluyor. Bu arada da nereye gittiğimizi soruyor. Yanıt Sertaç’tan: Atina and Selanik… Yarı Türkçe yarı İngilizce bu yanıt üzerine polis, şöyle bir göz ucuyla Sertaç’ı kesiyor ki beni 6 gün idare edecek espri konusu çıkmış oldu. Yunanistan topraklarına ayak basmak için daha doğrusu Sertaç’ın sigara krizini gidermek için trenden iniyoruz. Karşımıza çıkan ilk canlı bir köpek. Sevimli mi sevimli. Kendini sevdirmek istiyor. Yunanca günaydın, ‘Kalimera’ diyoruz tepki yok! İyice uykumuzun geldiğine kanaat getirip, kompartımanımıza dönüp son saatlerimizi uyuyarak geçiriyoruz.

Saat 08:00. Daha varamadık. TCDD’nin resmi internet sitesinde deklare edilen varış saatimizi yarım saat aştık. Yol boyu pencereden trenin geçtiği yerleşim merkezlerini inceliyorum. Köyler bizimkilerden farklı olarak çok düzenli. Evlerin bahçeleri daha derli toplu. Onun dışında her şey aynı. Bizim camilerin yerine köyün meydanında kiliseler var. Tarlalarda ise her zamanki hummalı bir telaş. Köyün futbol sahası yine köyün az biraz dışında, sessiz sedasız maç gününü bekliyor.
Kahvaltı için yolluklarımızı çıkardık. Yunan tren görevlisinden çay istiyoruz. Sarsıla sarsıla, son sürat giden trende cezve içinde su kaynatıyor. Poşet çayı da sallandırdı mı tamamdır. Günahı 1 Euro.
Artık Selanik’e çok yaklaştık. Tren garı şehrin tam göbeğinde. Evler, iş yerleri arttı. Sokaklarda insanlar, tatil sabahının huzurunda, sessiz, sakin bir yerlere gidiyor. Çok geçmeden istasyonun ‘Thessaloniki’ yazan tabelasını görüyoruz. Heyecan katsayımız da en az tren kadar hızlı ilerliyor. Gözler mutlu mutlu bakıyor.

Babaannem henüz küçücük bir kızken, Balkan savaşlarının hemen sonrasında göçmek zorunda kalmış Selanik’ten. Bilmem ister miydi bir kez daha gitmeyi ve hiç tahmin eder miydi bir gün en küçük torununun o topraklara ayak basacağını?
Sırt çantalarımızı yükleniyor, gardan dışarı atıyoruz kendimizi. Bir an önce otelimize kaydımızı yaptırmak düşüncesindeyiz. Sabahın 9’u olmasına rağmen sıcak iyiden iyiye hissettirmeye başladı kendini. Allah’tan otelimiz çok yakın. Rezervasyonumuzu internetten yapmıştık. İyi mi çıkacak kötü mü birazdan öğreneceğiz. Rex ismiyle de dışardan görüntüsüyle de umut vermiyor. Aksaray’daki otelleri andırıyor. Bismillah diyerek giriyoruz içeri. Resepsiyonda patlak gözlü, tarama özürlü, iri kıyım bir Yunanlı. Görüntüsüne tezat, içten bir gülümsemeyle karşılanıyoruz. İsmi Yorgo’ymuş. Bu defa biz gülümsüyoruz, nedenini sadece üçümüzün bileceği şekilde. Sertaç’ın kendi aramızdaki bir adı da Yunan balıkçısı Yorgo idi. Rezervasyonumuzu hatırlatıyoruz. Odanın boşalmadığı yanıtını alırız diye ödümüz kopuyor. Neyse, hazırmış. Kliması, mini barı, LCD ekranlı televizyonu ve daha önemlisi en az dört yıldızı hak eden dekorasyonuyla odamız, beklentilerimizin çok ötesinde bir konfora sahip.
Çantaları bıraktığımız gibi yarın akşam için Atina biletimizi almaya tren garına gidiyoruz. İşimiz bitince Selanik sokaklarındayız. Tabii çantamıza, seyahatimiz boyunca en yakın arkadaşımız olacak Lonely Planet’in ‘Greece’ isimli kitabını da koymayı unutmuyoruz. Kitaptaki haritayı takip ederek en kısa yoldan Agios Dimitrou caddesine ulaşıyoruz. Buradan yaklaşık 1.5 kilometre devam ettiğimizde solda Selanik’teki en önemli ziyaret noktamıza ulaşacağız. Yani Atamızın doğduğu eve. Selanik konsolosluğumuzun hemen yanında yer alan yapıya ulaşmak, güneş tepedeyken pek de kolay değil. Tempomuz ister istemez düşüyor. Yolun üçte ikisini tamamladığımızda hemen solda tüm heybetiyle Agios Dimitrious kilisesine atıyoruz kendimizi. İçerisi serin mi serin. İçeride Pazar gününü ibadete ayırmış, dua eden Yunan’lılar. Etrafta her yaştan papazlar. İçlerinden genç olan biri elinde cep telefonu, kulağında telefonunun kulaklığıyla arkasına yansıyan 1.500 yıllık kilisenin göz alıcı mozaikleriyle ilginç bir tezat oluşturuyor. Osmanlı’lar zamanında camiye çevrilen yapı, aynı zamanda Yunanistan’ın en büyük kilisesi.

İyice soluklandıktan, sularımızı içtikten sonra kalan kısa yolu tamamlamak ve muradımıza ermek için hareketleniyoruz. Evet, işte Ata’nın doğduğu ev. Canlı hali kitaplarda gördüğümüzden bile güzel. Selanik arşivlerinden edinilen bilgilere göre 1870 yılında Rodoslu Müderris Hacı Mehmed tarafından yaptırılan ev, zamanında Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey tarafından kiralanmış. Mustafa Kemal, doğumundan babasının 1888’de babasının vefatına kadar bu evde yaşadı. Evin ana caddeye bakan geniş kapısının ziline basıyoruz. Biz yaşlarda bir konsolosluk görevlisi geliyor, gurbet elde içimizi ısıtan bir gülümsemeyle. Hoş geldiniz diyor, kimliklerimizi veya pasaportlarımızı rica ediyor. Ziyaret esnasında onda kalacak. Selanik Başkonsolosluğu’nda görevli genç ateşe Erkan Dinler kimliklerimizle içeri girerken, bir başka konsolosluk görevlisinin rehberliğinde evi gezmeye başlıyoruz. Bizimle aynı anda gelen, Hollanda’da yaşayan Trabzonlu gurbetçi bir ailede gezi ekibimize katılıyor.

Eve girer girmez ürperiyoruz. Tarifi imkansız duygular kaplıyor içimizi. Okul kitaplarımızda resmini gördüğümüz, Ata’mızın doğduğu o pembe boyalı evin içindeyiz. Düş mü gerçek mi birazdan anlayacağız. Toplam üç kattan oluşan yapının içindeki eşyalar maalesef orijinal değil. Dolmabahçe ve Topkapı Sarayı’ndan seçilerek Selanik’e gönderilmiş ve aslına sadık kalınarak evin dekorasyonuna dahil edilmiş. Atatürk’ün evden ayrılmasından sonra yaklaşık yarım yüzyıl daha başka kişilerce mesken olarak kullanıldıktan sonra Selanik Belediyesi tarafından, Türkiye Cumhuriyeti’ne hediye edilmiş. Zemin katta kiler, mutfak bulunurken ikinci katta geniş bir sofa, misafir odası, küçük bir sandık odası ve yine bir mutfak yer alıyor. Üçüncü ve son katta ise Ata’nın doğduğu oda ile mini bir Atatürk müzesi haline getirilmiş bir başka oda yer alıyor. Yaklaşık 30 dakikalık ziyaretimizin ardından Erkan Bey, karşıladığı gibi uğurlamak için yine kapıda. Bu defa çabuk bırakmak yok. Tavsiye edebileceği, gezilecek yerleri öğreniyoruz tek tek. Sabırla anlatıyor genç Ateşe. Selanik Kalesi, Beyaz Kule, şu anda Rum’ların yaşadığı eski Türk mahallesi ve dahası…
Vedalaşıyoruz. Rotamız Selanik’in bütün tanıtım fotoğraflarına yansıyan, şehrin simgesi Beyaz Kule’yi gösteriyor. Erkan Bey’in tarifiyle, güneye doğru ana caddeyi devam edip ışıklardan sağa yani sahil istikametine denerek dosdoğru hedefe yöneliyoruz. Aşağı yukarı 800 metrelik bir mesafemiz var. Yolun yarısında pilimiz bitmek üzere. Susadık. Karnımız da zil çalıyor. Kendimizi nereye atsak diye bakınırken, Sertaç’ın Yunanistan’ı ziyaret etmiş arkadaşlarından olumlu referanslar aldığı, 6 gün boyunca çöldeki vaha gibi en zor anlarımızda imdadımıza yetişecek Goody’s restaurantlar zincirinin bir halkasını görüyoruz. Hücuuum… Aman Allah’ım! İçeride meltem rüzgarları esiyor. Bugüne kadar insanoğlunun en büyük icadı ampul sanırdım. Yanılmışım, klimaymış… Güzel bir menü, buz gibi içecekler. Yeniden doğmak bu olsa gerek… Restaurantı, Mc Donald’s zincirinden farklı kılan en güzel yanı ise buz gibi suyu sınırsız ve ücretsiz vermesi.

Az bir yolumuz kaldı. Güneş tam tepede. Ethnikis Amynis caddesinin sonuna vardığımızda Beyaz Kule tüm heybetiyle karşımızda. Tarih boyunca yaşadıklarını içine atmış hüzünle körfezin mavi sularına bakıyor. Tepesinde Yunan bayrağı. Yaklaşık 600 yıllık geçmişe sahip kule, Osmanlılar zamanında 18. yüzyıl boyunca hapishane olarak kullanılmış. Bugünse Bizans kültürünün sergilendiği küçük bir müzeye dönüştürülmüş. Kule kapalı olduğu için ziyaret etme şansını bulamıyoruz. Ne yapalım, biz de dışını seyrederiz. Kulenin hemen dibindeki ağaçların altındaki çimlere uzanıyoruz, sıcaktan yorulmuş bir halde. Atina’da başımıza gelecekleri bilmeden, buna sıcak diyoruz.
Bir saate yakın gölgede oturduk. Güneşin etkisini yitirmeye niyeti yok. Selanik’in kafeleriyle ünlü kordonu boyunca ki en çok da bu yüzden benzetilir İzmir’e, yürüyoruz. Sağda yine bir Goody’s. İki dakika soluklandık. Sularımızı takviye ettik. Devam… Gezdiğimiz bu caddenin ismi Leof Nikis. Kuleden kısa bir süre sonra sağda kocaman bir alan. Aristoteles meydanı. Konserler, festivaller hep bu meydanda yapılıyor. Gençler bu meydanda buluşuyor. İki düşünür, Aristoteles ve Sertaç’ı aynı karede fotoğraflıyoruz. Biraz daha devam edince rehber kitabımızda en gözde tavernaların, lezzet duraklarının mekanı olarak tarif edilen Ladadika bölgesine varıyoruz. Bizim Kumkapı’yı andırıyor. Vakit erken, hava sıcak, birkaç masadan gerisi boş.
Ara sokakları sonraya bırakarak otelin yolunu tutuyoruz. Güzel bir duş, bir saat kestirme bizi kendimize getiriyor. Akşam keşfi için hazırız. Ayaklar henüz sağlam. Önce yemek yiyecek bir yerler aramalı. Bu defa otelimizin ve tren istasyonunun bulunduğu Egnatia caddesinden ilerliyoruz. Hava şimdi biraz daha serin. 20 dakika ilerledikten sonra sahil yönüne dönüyor, bir alt paralel caddeye giriyoruz. Yani Tsimiski’ye. Selanik sosyetesinin alışveriş bölgesini bulmuş olduk. Bizim Nişantaşı ile Bağdat Caddesi karışımı. Sağlı sollu şık mağazalar, kafeler. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp yeniden sokaklardayız. İleride şirin mi şirin bir kilise görünüyor. O da ne, bir hareketlilik mi var? Yaklaşınca anlıyoruz ki hep filmlerde gördüğümüz kilise nikahlarından birinin içindeyiz. Güzel gelin ve yakışıklı damat, varlıklı oldukları her hallerinden belli aile bireylerinin tebriklerini kabul ediyor. Japonları kıskandıracak kıvraklıkta başlıyoruz deklanşöre basmaya. Şak şak şak… Yeni evliler tam arabalarına binmeye hazırlanıyordu ki arkadan bir yangın bir kıyamet! Meğer cümbüş şimdi başlıyormuş. Kulakları sağır edercesine kornasıyla bir motosiklet ve üstünde iki çingene.

Evet yanlış okumadınız. İki çingene ellerinde darbuka ve klarnetiyle trafiği yara yara, diğer arabaların ve bizlerin şaşkın bakışları arasında düğünün tam ortasına daldılar. Acı bir fren ardından başladılar müzikteki hünerlerine göstermeye. Kilise önünde darbuka şov! Biz yaşadıklarımızdan şaşkın fotoğraf makinemizin bile varlığını unutmuş olanları seyrediyoruz. Kiliseyi yok sayın, sanki Türkiye’de bir düğün. Nikahın ev sahipleri saniyeler içinde gelişen bu ritüeli, hazırlıklıymışlar gibi soğuk kanlı bir şekilde sonlandırdılar. Yüz bulamayan roman vatandaşlar, yine en az geldikleri hızda motosikletlerine atladıkları gibi uzaklaştılar. Ne olduysa 25-30 saniye içinde gerçekleşti. Düş mü gerçek mi karar veremedik. Kafamızda soru işaretleri, zaman ve mekan kavramını yitirmiş sahile yöneliyoruz. Gündüzün terkedilmiş şehri hareketlenmeye başlamış bile. Oğluna haşlanmış mısır alan baba, meraklı gözlerle etrafını keşfetmeye çalışan turistler, sevgililer, gemiden bozma diskolardan yayılan günün moda parçaları, kahkahalar, ağlayan çocuk gözlerimize çalınan başlıca Yunanistan renkleri.
Bu akşamlık bu kadar yeter deyip vakitlice otelimize dönüyoruz, tabii yine yürüyerek. Yorgunuz ama tatilimizi alışılmışın dışında, farklı yaşamanın huzuru içindeyiz. Tatil de biraz bu demek değil mi? Yani yıl boyu yaptığından farklı bir şeyler yapmak. Hatta biraz ileri gidersek hayatın boyunca daha önce hiç yaşamadığını yaşamak. Yeni tecrübeleri keşfetmek. Kendi maceramızı yaşamanın huzuru, uzun geçen günün yorgunluğuyla uykuya dalıyoruzzzzzzzzz…
Motosiklet cenneti, 25 Haziran 2007 Pazartesi

İyi bir uyku gibisi yok. Sabah gayet dinç kalktık. Otelimizin kahvaltısı yumurta olmadığı için Sertaç’tan, peynir olmadığı için Yeşim’den veto yiyince alternatif aramak için sokaklara döküldük. Dün sabah bu saatlerde Pazar sessizliği yaşayan sokaklar şimdi kalabalık. Arabalar, motosikletler vızır vızır. İnsanlar koşuşturma içinde. Yüzlerde o hep bildik, telaşlı ifade. Selanik’in sosyal yaşamı şimdi biraz daha şekilleniyor zihnimizde. İstanbul’un aynı saatlerdeki Aksaray’ından, Taksim’inden, Eminönü’sünden farkı yok.
Keşif tutkumuz açlığa yenik düşüyor. 200 metre uzaklaşmadan bir büfede alıyoruz soluğu. Tostta karar kılıyoruz. Ama bildiğimiz tostlardan çok farklı. Yunan tostu. İrice iki tost dilimi. Tezgahta tostun içine konacak alternatiflerin olduğu küçük küçük kaplar. Gözümüze peynir, domates, zeytini kestiriyoruz. Satıcı bayan her birinden büyük birer parça, hatta zeytinden bir dolgun avuç iki ince dilimin arasına yerleştirmeye çalışıyor. Ancak tostun makinede bildiğimiz şeklini almasına imkan yok. Nitekim öyle oluyor. Boş bulunup sadece çay diyoruz. Gele gele bitki çayı geliyor. Eh, ne diyelim, tadacağız.
Saat 12:00’ye kadar odayı boşaltmamız gerekiyor. Akşama yolculuk var. Başkent Atina’ya… Ulaşım için yine treni tercih ediyoruz. Çünkü hem hesaplı hem de daha konforlu. Yani en azından biz öyle sanıyoruz. Yunanistan hükümetinin demiryolu politikasını akşam tüm netliğiyle öğreneceğimizden habersiziz henüz.
Check out yaptırırken otelde emanet olup olmadığını soruyoruz. Yorgo, sırt çantalarımızı ofisine bırakabileceğimizi söylüyor. Resmi bir teslim etme olmadığı için biraz tereddütlüyüz. Ancak yine de güveniyoruz. Saat 21:30 gibi alacağız.

Dün gezemediğimiz caddeleri, sokakları arşınlamak için yine yollardayız. Geniş caddeler, meydanlar, planlı yerleşim hemen dikkat çekiyor. Aslında bu kadar düzenin ardından acı var. Bir çok şehrin kaderini Selanik’te paylaşmış. Ağustos 1917 yılında çıkan yangın kısa sürede yayılınca 9500 ahşap ev kül olmuş, 70 bin kişi de evsiz kalmış. Bu tarihten sonra, 1920’ler boyunca şehir tekrar inşa edilmiş. Bu defa caddeler geniş, meydanlar büyük tutularak ve çağdaş şehircilik anlayışına uygun hareket edilmesine dikkat edilmiş.
Şehirde temel olarak sahile paralel üç büyük cadde var. Kordon boyunca uzanan Leof Nikis, ortalama 100 metre içeride ikinci paralel Tsimiski, ona 200 metre mesafede ve şehrin ana caddesi Egnetia, son olarak da dün baştan sona katettiğimiz, Atatürk’ün evinin üzerinde yer aldığı Agiou Dimitrou.
Sanki bugün daha sıcak. Dünden beri kaç kilometre yürüdüğümüz belirsiz. Zihnimizden önce ayaklar isyan ediyor. Beyaz Kule’nin yamacında ağaçların gölgesine sığınıyoruz, biraz eser, biraz dinleniriz umuduyla. Birinci saatin ardından sıkılıyor, hem de acıkıyoruz. Goody’s hemen az ileride. Öğle yemeğimiz çok yaratıcı (!): Hamburger, kola ve patates kızartması…
Yılın bu aylarında Selanik’in ortalama sıcaklığı 27-28 derece civarı. Mevsim normallerinin çok üzerinde bir sıcaklık var. 20 dakikada bir klimalı mağazalara atıyoruz kendimizi. Gire çıka bütün fiyatları öğrendik. Genel olarak 1 YTL’nin 1 Euro’ya denk olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle Türkiye’ye göre %75 pahalı bir ülke. Yunanistan, 2002’nin başında Euro’ya geçince fiyatlar Lonely Planet’in deyimiyle ‘roket’ gibi fırlamış. Hükmet kanadı resmi enflasyon rakamlarını beş yıl için %20 olarak açıklasa da genel kanaat bunun doğru olmadığı yönünde.
Atina ve Kavala’da da göreceğimiz gibi Yunanistan tam bir motosiklet cenneti. Gençler bir yana, yaşlı teyzeler, göbekli amcalar, şık iş kıyafetleriyle genç kızlar rengarenk motorlarıyla bir o yandan bir bu yandan karşınıza çıkabilir. Hem de inanılmaz hızlarla. Yunanistan’da kaldığımız sürece normal hızda bir motosiklet kullanan görmedik desek yeridir. Bunun sebebi motosiklet kültürlerinin çok eskiye dayanması. Altlarındaki araca çok alışıklar. Bu hakimiyet bir de Akdeniz kanıyla birleşince caddeler motosikletlilerden geçilmiyor. Motosiklet kültürünün mazisine en güzel kanıt, istisnasız herkesin kask takması ve diğer otomobil sürücülerinin motor kullanıcılarına saygı göstererek onlarla aynı trafiği paylaşma pratiklerini elde etmiş olmaları. 6 gün boyunca gördüklerim içimdeki, nadasa bırakılmış motosiklet tutkusunu alevlendirdiği için bu konudan –ilgilenenler için- biraz daha bahsetmek istiyorum. Son iki yıldır Türkiye’yi etkisi altına alan işçiliği zayıf, sürüşü zevksiz, her şeyden önemlisi güvensiz Çin motorlarına bir iki kenar mahalle dışında neredeyse Yunanistan’da hiç rastlamadım. Tüm motorlar markalıydı. Vespa’ların, Honda’ların, Aprilla’ların, Yamaha’ların, Kawasaki’lerin bırakın son modellerini 80’li ve 90’lı yıllardan kalma orijinal modellerine bile rastlamak yüksek bir olasılık. Motosiklet ülkemizde olduğundan farklı olarak keyif aracı olmaktan çok günlük hayatın bir parçası. Bunu motosikletlerin kilometrelerinden, eskiliğinden hemen anlamak mümkün. Dilerim, çok ekonomik ve pratik bir çözüm olarak bizim ülkemizde de motosiklet kültürü gelişir, otomobiller bir an önce iki tekerlekli araçlara trafikte hakettikleri saygıyı göstermeyi öğrenir.
Akşamı ettik bile. Yemekten hemen sonra otelden çantaları aldık. 2 gün sonra görüşmek üzere resepsiyondakilerle vedalaştık. Selanik tren garındayız. Biletimizde kalkış 10:35 gözüküyor. 5 dakika var. Tabloya göre trenimiz 1 numaralı perona yanaşmış olmalı. Merdivenden perona çıkıyor ve Yunanistan’ın bir başka yüzüyle karşılaşıyoruz.

. Bir iki sırt çantalı turist dışında, herkes öteki Yunanistan tablosunu oluşturuyor. O ana kadar gördüğümüz şık giyimli gençler, kibar beyler ve hanımlar bu resimde yok. Ve o anlıyoruz otobüse göre tren yolculuğunun neden % 50 daha ucuz oluşunu. Yunan hükümeti orta gelirin altındaki, yoksul halkın ulaşım aracı olarak gördüğü için tren fiyatlarını düşük tutmuş, ancak bir o kadar da iyileştirmeden mahrum bırakmış. Birbirleriyle bağrış çağrış anlaşmaya çalışan, muhtemelen birliklerine giden asker çantalarıyla sivilli, resmi kıyafetli bir grup genç, ağlayan 2 yaşındaki bebeğini susturmak için tek kolundan havaya kaldırıp silkeleyen bir baba ve sıkı durun, kendilerine özgü şiveleriyle Türkçe konuşan bir çingene aile, saatler gece yarısına yaklaşırken, bir Avrupa istasyonda, şaşkınlıkla anılarımızdaki yerini alıyor. Ha, bu arada en önemlisini unuttum. Ortada tren falan yok. Az ileride eski püskü üç vagondan fazlasını göremiyoruz. Merakla, biraz da endişeyle bekliyoruz. Acaba saate yanlış mı baktık? Yooo, doğru? Bekleyelim bakalım… İleriden ağır aksak bir lokomotif bir vagon getiriyor. Yanaştı yanaştı vagonu diğerlerine bağladı. Oldu dört vagon. Soruyoruz, Atina treni buymuş. Eee, bizim bilet 7. vagona ait! Kalkış saatini 10 dakika geçti. 2 vagon daha geldi oldu 6 vagon. Her gelene numara veriyorlar. 7. bir türlü gelmiyor. Bizi aldı bir panik. Zaten vagonlar döküntü. Baktıkça içimiz kararıyor. Neyse, son vagonda geldi. Şansa bak! Bu seferki yeni bir model. Klimalı, koltuklar tertemiz. Adeta trenin birinci mevkisinde gidiyoruz. Atladığımız gibi koltuklara kuruluyoruz. Fazlasıyla yorgunuz ama uyumak ne mümkün. Yunan’lıların bir huyunu daha tecrübe etmiş olduk. Yolculukta çenelerine vuruyor. Özellikle yanımızdaki koltuktakiler sabaha kadar süren, koyulaştıkça koyulaşan sohbetleriyle başta bizim olmak üzere tüm trenin sempatisini (!) kazandılar.
Atina alev alev, 26 Haziran 2007 Salı
Saat 05:30… Atina’ya ayak bastık. Ve diğer yolcuların tuhaf bakışları altında ilk saniyelerimizi fotoğraflayarak tarihi durduruyoruz. Afrika’dan gelen çöl sıcaklarının Türkiye’de ve Yunanistan’daki en bunaltıcı günü. Sabahın bu saatinde sıcaklık en az 30 derece. Goody’s gibi Yunanistan’ın bir başka popüler restaurantlar zinciri Everest’e atıyoruz kendimizi. Hostel’e girişimizi 08:00 olarak bildirdiğimiz için biraz oyalanmamız gerekiyor. Atina büyük bir şehir ve tüm metropoller gibi her türden insana rastlamak mümkün. Selanik’in sükunetinde üç günde etkilerinden kurtulduğumuz İstanbul, büyük şehir sendromu yine karşımıza çıkıyor. Tek başına seyahat eden gezginler, zenciler, potansiyel katil bakışlı adamlar, evsizler, dilenciler, ıvır zıvır doldurduğu tepsisinde seyyar satıcılık yapan çekik gözlü adam bizi biraz kendimize getiriyor. Çantalarımıza biraz daha yakın durma ihtiyacı hissediyoruz.

Hostelimiz Zorbas… Haritamıza göre fazla uzak değil. Viktoria metro istasyonunun hemen paralel sokağında. Tren garının tam karşısındaki hafif yokuş caddeden düz devam ediyoruz. Yaklaşık 15 dakikalık yürümeyle hostele varıyoruz. Selanik’teki otelimizin tersine dışı güzel. Ancak yine otelimizin tersine içi kötü. Resepsiyonda şu ana kadar gördüğümüz en asık yüzlü bir Yunan görevli. Odamızın henüz boşalmadığını söylüyor soğuk bir ifadeyle. 10-11 gibi boşalırmış. Sıcak da fena bastırdı. N’apalım yapacak bir şey yok. Köşedeki kafede bir şeyler içiyoruz. Yunanistan’da çok hoşumuza giden bir uygulama var. Kafede olsun restaurantta olsun her ne sipariş ederseniz edin, size sormadan önden, içine buz atılmış koca bir bardak su servis ediyorlar.
Hostele dönüyoruz. Odamız hazır. Rex’ten sonra tam bir hayal kırıklığı. Bir oda arkadaşımız var. Dışarıda olduğu için karşılaşamıyoruz. Ama merak da etmiyor değiliz hani. İn mi cin mi hangi milletten? Odanın tek güzel yanı serin oluşu. Klimayı bile açmaya gerek kalmıyor. Uykusuz geçen tren yolculuğunun acısını çıkarmak için biraz kestiriyoruz. Sertaç sabırsız. Bir an önce Atina sokaklarına atmak istiyor kendini. En sonunda uyku onu da teslim alıyor. Katlığımızda açız. Ancak az daha unutuyorduk. Selanik’e dönüş biletini almamız gerek. Sertaç’la Viktoria’dan atladığımız gibi Larissa’da yani sabah vardığımız tren garındayız. Yarın akşam için biletlerimizi de aldık. İşlem tamam! Yeşim hosteldaydı. Onu da alıp meşhur Plaka, Syntagma, Monastıraki, Kolonaki, Omonia, Thisio bölgelerini keşfetme zamanı. Bekle Atina biz geliyoruz!.. Zorbas’a vardık. Son planlamalarımızı yaptık. Heyecanla dışarı attık kendimizi. O da ne! Sanki Atina alev alev yanıyor da biz de sokaklarında geziyoruz. Bu ne sıcak? Yeşim de ben de aynı şeyi düşünüyoruz. Bu hava da gezilmez. N’apılır? Bir şeyler atıştırılır. Tıpış tıpış hostele geri dönülür. Sertaç kararlı, gezecek. Helalleşiyor, ayrılıyoruz. Akşam telefonlaşacağız.
Hostele dönüyoruz. Odamız hazır. Rex’ten sonra tam bir hayal kırıklığı. Bir oda arkadaşımız var. Dışarıda olduğu için karşılaşamıyoruz. Ama merak da etmiyor değiliz hani. İn mi cin mi hangi milletten? Odanın tek güzel yanı serin oluşu. Klimayı bile açmaya gerek kalmıyor. Uykusuz geçen tren yolculuğunun acısını çıkarmak için biraz kestiriyoruz. Sertaç sabırsız. Bir an önce Atina sokaklarına atmak istiyor kendini. En sonunda uyku onu da teslim alıyor. Katlığımızda açız. Ancak az daha unutuyorduk. Selanik’e dönüş biletini almamız gerek. Sertaç’la Viktoria’dan atladığımız gibi Larissa’da yani sabah vardığımız tren garındayız. Yarın akşam için biletlerimizi de aldık. İşlem tamam! Yeşim hosteldaydı. Onu da alıp meşhur Plaka, Syntagma, Monastıraki, Kolonaki, Omonia, Thisio bölgelerini keşfetme zamanı. Bekle Atina biz geliyoruz!.. Zorbas’a vardık. Son planlamalarımızı yaptık. Heyecanla dışarı attık kendimizi. O da ne! Sanki Atina alev alev yanıyor da biz de sokaklarında geziyoruz. Bu ne sıcak? Yeşim de ben de aynı şeyi düşünüyoruz. Bu hava da gezilmez. N’apılır? Bir şeyler atıştırılır. Tıpış tıpış hostele geri dönülür. Sertaç kararlı, gezecek. Helalleşiyor, ayrılıyoruz. Akşam telefonlaşacağız.

Akşama doğru oda arkadaşımız geldi. 50’li yaşlarda, ancak daha genç gösteren sempatik bir Hollandalı: Jan. Bisikletiyle Avrupa’yı geziyormuş. Biraz rotasından, biraz sıcaklardan biraz da Türkiye’den lafladık. Atina’nın gezilecek yerleriyle ilgili en güncel tüyoları verdi bize. Jan, şehir merkezine geri dönünce biz de hareketlenmeye karar verdik. Metroya atladığımız gibi soluğu Monastıraki’de aldık. Sertaç’la buluştuk. Saatlerdir geze geze her yerini öğrenmiş bile. Onun rehberliğinde, nispeten serinleyen havada başladık gezmeye. Akropolis tam karşımızda. Marmaris, Çeşme, Bodrum gibi tatil yörelerinden alışkını olduğumuz türden hediyelik eşya satan küçük dükkanlar, sokak kafeleri, turistlerin en yoğun bulunduğu Plaka, Thisio, Monastıraki bölgelerini turluyoruz. Biraz yukarı çıkıp ünlü askeri nöbet değişimi için Syntagma meydanını hemen üstündeki Parlamento binasının önüne varıyoruz. İki bordo bereli, etekli, ayakkabıları ponponlu asker (!) yaklaşık 10 dakika süren bir turistik eğlence sunuyor.
Akşam yemeğini rehber kitabımızın tavsiyesiyle, Akropolis’in gölgesinde Plaka’da yemeye karar veriyoruz. Zaten fastfood krizi kapıda. Normal yemeğe, bilhassa da sebzeye ihtiyacımız var. Bir yere oturduk. Yeşim, domates soslu fırında patlıcan seçerken, Sertaç maydanoz soslu peynirli makarnada karar kıldı. Benim tercihim ise fırında musakka. Yemekler harika. Midelerimiz bayram etti. En güzeli de günler sonra kepek ekmeğine kavuşmak oldu. Yaşasın yemek yemek!
Yemekten sonra geze geze Thisio metro istasyonunu bulduk. Saat geç oldu, ama etraf kalabalık. Dönüş vakti. 11:30 gibi Zorbas’a vardık. Tahminimizin aksine, küçük fakat klimalı odada hemen uykuya dalıverdik.
Akşam yemeğini rehber kitabımızın tavsiyesiyle, Akropolis’in gölgesinde Plaka’da yemeye karar veriyoruz. Zaten fastfood krizi kapıda. Normal yemeğe, bilhassa da sebzeye ihtiyacımız var. Bir yere oturduk. Yeşim, domates soslu fırında patlıcan seçerken, Sertaç maydanoz soslu peynirli makarnada karar kıldı. Benim tercihim ise fırında musakka. Yemekler harika. Midelerimiz bayram etti. En güzeli de günler sonra kepek ekmeğine kavuşmak oldu. Yaşasın yemek yemek!
Yemekten sonra geze geze Thisio metro istasyonunu bulduk. Saat geç oldu, ama etraf kalabalık. Dönüş vakti. 11:30 gibi Zorbas’a vardık. Tahminimizin aksine, küçük fakat klimalı odada hemen uykuya dalıverdik.
En uzun gün, 27 Haziran 2007 Çarşamba

Bugün çöl sıcaklarının en etkili günü. Söylenenlere göre yüksek sıcaklıklar, ülkenin çeşitli yerlerinde başlayan son 50 yılın en büyük yangınlarını da tetikliyor. Karnımız yine zil çalıyor. İştahımız mı açıldı ne? Hostelin hemen yakınlarında, hoş bir kafedeyiz. Günlerdir tost dışında bir kahvaltı görmeyen midelerimize sürpriz yapıyoruz. Sertaç ve ben ıspanaklı börek, Yeşim de omlette karar kılıyor. Şimdi hostele gidip çıkışımızı yapma vakti. Akşam Selanik’e dönüş var. Oradan da kısmetse Kavala yolcusuyuz. Sırt çantalarımızı tren istasyonundaki emanete bırakmak için yola düşüyoruz. Dün sabah geldiğimiz yolu, sıcağa rağmen, kısa sürede kat edip Larissa tren istasyonuna vardık bile. Yunanistan’ın bazı bazı metro istasyonlarında, tren garlarında içine birkaç çanta birden sığdırabileceğiniz zaman ayarlı kasalar var. Hiç kimseyle temas etmenize gerek kalmadan çantalarınızı buralara bırakabiliyorsunuz. Son derece pratik. Sistem şöyle işliyor: Önce eşyalarınızı dolaba yerleştiriyorsunuz. Sonra 8 saat için 2 Euro, 24 saat için 3 Euro para atıyor, kilit sistemini harekete geçiriyorsunuz. Anahtarı da üzerinize aldınız mı, işlem tamam. Eğer deklare ettiğiniz sürede eşyalarınızı almazsanız ne olur? Maalesef kilit sistemi off konuma geçip, kapak açılıyor. Eğer eşyanızı daha uzun süreli bırakmayı düşünüyorsanız. Her gün için 3 Euro daha atmanız yeterli. Hepsi bu!

Bu akşamki trenimiz daha da geç. Gece yarısını çeyrek kala hareket edeceğiz Selanik’e. Koca gün özellikle de şu 3-4 saat nasıl geçecek? İlk önce Parlamento binasının hemen yanındaki şehrin akciğerleri Ulusal Bahçe’ye atıyoruz kendimizi, biraz serin olur umuduyla. Asırlık ağaçlarla çevrili parkın içinde çok güzel yürüyüş parkurları var. Botanik Müzesi kapalıydı biz gittiğimizde. Gölgesi bol bir köşede soluklandık. Sertaç yine sabırsız. Tam tepemizdeki güneşe, 45 derece sıcağa rağmen gezelim diye ısrar ediyor. Soluk almak bile imkansızken bizden bu kadar. Hem trene kadar daha dünya kadar vaktimiz var. Akşama doğru buluşmak üzere ayrılıyor bizden.
Birkaç saat oturduktan sonra biz de sıkılıyoruz. Plaka’ya doğru ilerliyoruz. Öğlen yemeği için yer arıyoruz. Bulduk: Quick Pitta… Döner ve tavuk şişten oluşan yemeğimize 13.20 Euro verdik. Biraz soluklanınca yine sokaklardayız. Ancak yürünecek gibi değil. Türkiye’de kapısından girmediğim tüm Zara’lar, Mango’lar hayatımızı kurtarıyor. Civardaki çok katlı mağazaların her reyonunu, her ürününü kitap yazacak kadar inceliyoruz.
Ulusal bahçeye geri dönüyoruz. Aynı saatlerde Sertaç, Akrapolis başta olmak tüm tarihi yerleri inanılmaz sıcağa rağmen dolaşıyor. Birkaç saat daha oturduktan sonra pili bitmek üzere olan Sertaç da şarj olmak üzere yanımıza geliyor. Piknik kıvamında çimenlere uzanıyoruz. Sularımız bir silah gibi elimizin altında.

Saat 18:30. Güneş nihayet birazcık etkisini yitirdi. Yitirdi dediysem 35 derecenin altında olmadığı kesin. Atina’nın en güzel manzarasını görmek üzere Lykavittos tepesine çıkmaya niyetleniyoruz. Anlamı ‘Kurtlar tepesi’. Evet, tahmin edebileceğiniz gibi antik dönemlerde, henüz tepenin etekleri ıssız bir ormanken almış bu adı. Bugün tepeden kurt ulumaları yerine modern şehrin gürültüsü duyuluyor. Tepeye çıkmak için kitabımızı rehber alarak Parlamento binasının hemen sağındaki geniş, Kolonaki Caddesi’nden ilerliyoruz. Gayet detaylı haritamızı takip ederek, elimizle koymuş gibi buluyoruz bizi tepeye ulaştıracak teleferiği. Son 30 dakikadır o kadar çok yokuş ve merdiven çıktık ki neredeyse vardır zirveye. Sorduk, kişi başı 5.5 Euro istiyorlar teleferik için. Çok fazla. Elimizi uzatsak dokunacağımız bir mesafe için değmez. E, n’apalım? Patikadan çıkmayı teklif ediyorum. Yorgunluktan ve sıcaktan bitkin Yeşim’le Sertaç, delirdiğimi düşünüyor olsa gerek anlamsız bakıyorlar yüzüme. Ama kararlıyım. Yaklaşık 30 dakika ve tam olarak 252 basamak sonunda muradımıza erdik. Anlatıldığı kadar varmış. Masmavi Ege Denizi, Atina’nın beyaz silueti, Akropolis enfes görüntüsüyle ayaklarımızın altında. Atina’ya yakışır, müthiş bir final oldu. Fazla vakit kaybetmeden, yine geldiğimiz gibi yürüyerek, önce Syntagma, sonra Monastıraki bölgesine varıyoruz. Yunanistan hatırası hediyelerimiz için bir akşam önce gözümüze kestirdiğimiz bir dükkandayız. Her şey o kadar güzel ve o kadar pahalı ki. Sertaç, antik çağ düşünürlerinin heykellerini almak istiyor. Bizse karar vermedik. Dükkanın içinde her Türk gibi ‘Ellenmedik ürün bırakmamak’ desturuyla bir oraya bir buraya saldırır, her birine kendi aramızda yorumlar getirirken bir bayan sesiyle irkildik: “Yardımcı olabilir miyim?”
Dükkanın Yunan sahibi Juana teyze bu. Çok güzel Türkçe konuşuyor. Bir süredir bizi kesiyormuş. Yaşını düşününce ilk başta nüfus mübadelesiyle gelmiş, Türkiye doğumlu Yunan vatandaşlarımızdan biri olduğunu tahmin ediyorum. Soruyorum, değilmiş. Türk turistlerden, arkadaşlarından öğrenmiş. 4-5 lisan daha konuşabiliyormuş. Pes doğrusu. Hediyelerimizi seçmemize yardımcı oluyor. Teşekkür ediyor, ayrılıyoruz. Atina’da son akşam yemeği için öğlenki restauranttayız. Hepimizin tercihi kuzu şiş ve yunan salatası oldu. Bu yunan salatasından biraz bahsetmek gerek. Yunanistan’a dair her kitapta bahsi geçen, görünüşü oldukça iştah kabartan bu salatanın bizdeki çoban salatanın neredeyse birebir kopyası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tarif ediyorum, kağıt kalemleri hazırlayın: Domatesleri, soğanı, salatalığı ve dolmalık biberi oldukça iri doğrayın. Yine irice siyah zeytinlerle kenarlarına süs yapın. Üstüne iki büyük peynir dilimini yatırın. Finalde kekiğini ekip, halis zeytin yağını gezdirin. İşte oldu size yunan salatası. Afiyet olsun!..
Tren garına vardığımızda saat 23:00 olmuştu. Emanetten sırt çantalarımızı alıp, ilk gün olduğu gibi Everest’e oturduk. Bu seferki tren hem vaktinde geldi hem de eski olmasına rağmen daha derli toplu. Yorucu geçen günün etkisiyle koltuğa oturur oturmaz uykuya dalmışız.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın memleketindeyiz, 28 Haziran 2007 Perşembe
Selanik treninde tıngır mıngır ilerliyoruz. Rayların sesi ninni gibi geliyor. Saat sabahın bilinmeyen bir saati. Yemeği fazla kaçırmış olacağım ki kabusla uyandım. Güya ineceğimiz istasyonu kaçırmışız… Uyku sersemi etrafımı dinliyorum. Gecenin tüm sessizliği çökmüş trene. Hareket etmiyoruz. Camdan bakındım, karanlıkta bir şey görünmüyor. Yavaş yavaş uyanmaya çalışıyorum. Az önceki kabusun etkisiyle kafamda bir şimşek çaktı. Burası Selanik! Fırladığım gibi vagonun kapısında aldım soluğu. Aklımdan binlerce şey geçiyor. Felaket senaryom buranın Selanik olduğu ve birkaç saniye içinde trenin hareket edeceği ve her şey için çok geç olacağı. Panik panik! Karşımda iki sırt çantalı turist belirdi, gençten. Nasıl telaşlı bir ifadeyle sorduysam: ‘Burası neresi?’ Onlar benden de panik: ‘Sen nereye gidiyorsun?’ Selanik der demez, ‘Evet’ demezler mi? Doğal olarak Selanik istasyonuna geldiğimizi düşündüm.

Yarı uykulu çözüm üretmeye çalışıyorum. Kapıya açtım, istasyon görevlisine bakınıyorum. Aklımca treni durduracağım. Ancak hala farkında değilim, rüyada mıyım uyanık mıyım. Neyse bizimkilerde jeton düştü: ‘Burası Larissa istasyonu. Selanik’ten önceki son istasyon. Daha iki saat var.’ Bak bunu hemen anladım işte. Öyle söylesene be Coni’ciğim! Ben Selanik deyince onların evetinin manası, ‘Evet, bu tren Selanik’e gider.’ imiş. Hey Allah’ım sabah sabah! Bu şok beni kendime getirdi. Gözlerim fal taşı gibi açık.
Bir kez daha Selanik’teyiz. Saatimiz 07:00’yi gösteriyor. Yine tereddütlü, Rex Hotel’e ulaşıyoruz. Bildirdiğimiz saatten bir saat önce geldik. Boş oda yoksa yandık. Yorgo her zamanki yerinde, yine aynı gülümsemeyle. Boş oda varmış. Ya bırakın, bu adamı öpeceğim be! Kardeşim benim…
Yol yorgunluğumuzu alan iki saatlik uykunun ardından. Akşam dönmek üzere Kavala’ya gideceğiz. En pratik çözüm otobüs. Yorgo, şehirler arası otobüs terminaline nasıl gideceğimizi tarif ediyor. Otobüsler, çok da modern değil ancak yolcular trenlerle karşılaştırılınca çok daha eli yüzü düzgün. Tespitimiz yerinde sanırım. Bu ülkede trenler yoksulların, otobüsler orta gelirlilerin, uçaklar zenginlerin ulaşım aracı.
Kavala yolculuğumuza, Makedonya’nın uçsuz bucaksız, bereketli toprakları ve yazlık sayfiye yerleri eşlik etti. 2.5 saatin sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın memleketindeyiz. Öğle yemeği için yer arıyoruz. Sokaklar in cin top oynuyor. Güneş tüm yakıcılığıyla tepede. Sanki şehir terkedilmiş. Tabi biliyoruz aslında şehir sakinlerinin o anda nerede olduğunu. Hepsi en doğru yerde yani altın sarısı kumlara uzanmış, masmavi denizin tadını çıkarıyor. İner inmez akşam biletimizi almayı ihmal etmiyoruz. Son otobüsle, 20:40’da döneceğiz. Epey bir zamanımız var.
Bir kez daha Selanik’teyiz. Saatimiz 07:00’yi gösteriyor. Yine tereddütlü, Rex Hotel’e ulaşıyoruz. Bildirdiğimiz saatten bir saat önce geldik. Boş oda yoksa yandık. Yorgo her zamanki yerinde, yine aynı gülümsemeyle. Boş oda varmış. Ya bırakın, bu adamı öpeceğim be! Kardeşim benim…
Yol yorgunluğumuzu alan iki saatlik uykunun ardından. Akşam dönmek üzere Kavala’ya gideceğiz. En pratik çözüm otobüs. Yorgo, şehirler arası otobüs terminaline nasıl gideceğimizi tarif ediyor. Otobüsler, çok da modern değil ancak yolcular trenlerle karşılaştırılınca çok daha eli yüzü düzgün. Tespitimiz yerinde sanırım. Bu ülkede trenler yoksulların, otobüsler orta gelirlilerin, uçaklar zenginlerin ulaşım aracı.
Kavala yolculuğumuza, Makedonya’nın uçsuz bucaksız, bereketli toprakları ve yazlık sayfiye yerleri eşlik etti. 2.5 saatin sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın memleketindeyiz. Öğle yemeği için yer arıyoruz. Sokaklar in cin top oynuyor. Güneş tüm yakıcılığıyla tepede. Sanki şehir terkedilmiş. Tabi biliyoruz aslında şehir sakinlerinin o anda nerede olduğunu. Hepsi en doğru yerde yani altın sarısı kumlara uzanmış, masmavi denizin tadını çıkarıyor. İner inmez akşam biletimizi almayı ihmal etmiyoruz. Son otobüsle, 20:40’da döneceğiz. Epey bir zamanımız var.

Çarşıda karnımızı doyurmak için yer arıyoruz. Tek tük açık büfelerden birine dalıyoruz, artık ne varsa yiyeceğiz. Tanıdıklara rastlıyoruz. Döner ve köfte var, mis gibi kokan. Köftenin adı sucukaki. Sipariş veriyoruz. İsmi gibi gerçekten de sucuk tadında. Lezzeti müthiş ancak acı mı acı. Vücut ısımız 60 dereceye çıkıyor. İlacı buz gibi soğuk su. Oh be!.. Yunanistan’da kaldığımız süre boyunca iki farklı su firmasının ürünlerini kullandık. Bizdeki gibi çok fazla marka yok. Ülkemizin lezzetli sularından sonra Yunanistan’ınkiler çok yavan geldi. Deniz suyundan arıtılmış hissi bırakıyor damakta.
İlk hedef Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Panagia mahallesindeki evi. Buraya dar, taş bir yoldan, yokuş yukarı dinlene dinlene varıyoruz. Maalesef kapalı. Tesellimiz, Mehmet Ali Paşa’nın yüksek mermer bir kaidenin üstüne oturtulmuş at üstündeki heykeli. Bol bol fotoğraf çektiriyoruz. Dışarıdan gördüğümüz kadarıyla ev muhteşem.
Aşağıya indiğimizde yavaş yavaş hareketlenme başlamıştı. Dükkanların çoğu hala kapalı. Kavala’nın sahilini, arka sokaklarını dolaşmaya başladık. Anadolu’nun şirin tatil beldelerini andırıyor. Yöre halkının henüz -tüm turistik beldelerin kaderi olduğu üzere- dejenerasyona uğramadığı bir yer Kavala. Yüzlerden hemen anlamak mümkün bunu.
İlk hedef Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Panagia mahallesindeki evi. Buraya dar, taş bir yoldan, yokuş yukarı dinlene dinlene varıyoruz. Maalesef kapalı. Tesellimiz, Mehmet Ali Paşa’nın yüksek mermer bir kaidenin üstüne oturtulmuş at üstündeki heykeli. Bol bol fotoğraf çektiriyoruz. Dışarıdan gördüğümüz kadarıyla ev muhteşem.
Aşağıya indiğimizde yavaş yavaş hareketlenme başlamıştı. Dükkanların çoğu hala kapalı. Kavala’nın sahilini, arka sokaklarını dolaşmaya başladık. Anadolu’nun şirin tatil beldelerini andırıyor. Yöre halkının henüz -tüm turistik beldelerin kaderi olduğu üzere- dejenerasyona uğramadığı bir yer Kavala. Yüzlerden hemen anlamak mümkün bunu.
Kavala’yı gezi planımıza aldığımızdan beri hayalimiz sahilde balık ziyafeti çekmek. Aniko, Lonely Planet’in tavsiye ettiği restaurantlardan biri. Kitabımız bizi şu ana kadar hiç yanıltmadı. Oturuyoruz. Konuşmalarımızı duyan garson Türkçe soruyor: ‘Seçiminize yardımcı olabilir miyim?’ Bu iki oldu. Yine şaşkınız. Onun tavsiyesiyle çupra istiyoruz. Kilo ile satılıyormuş. İki iri balık geliyor kısmetimize. Lezzetli mi lezzetli. Tabi yanına da yunan salatası yakışır. Teo Abi’nin hikayesi hayli ilginç. Türkçe’yi dedesinden öğrenmiş. Yani, 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan nüfus mübadelesi anlaşmasıyla Samsun’un Bafra ilçesinden gelen dedesinden. Dedesinin ismini vermişler ona. Teodorakis Dede, 8 kardeşmiş. Sadece üçü gelmiş Kavala’ya. Beşi, tabii sağ kalanlar hala Türkiye’deymiş. Teo Abi’nin hikayesini dinleyince, hele anlatırkenki nahif halini görünce hüzünleniyoruz. Doğup büyüdüğün yerden, arkadaşlarından, kardeşlerinden kopmanın acısını -kendimiz yaşamışızcasına- yüreğimizde hissediyoruz.
Hava kararmaya yüz tutmuş. İstisnasız bütün dükkanlar açık. Bütün Kavala sokaklarda. Gündüzün hayalet şehri yerini insan seline bırakmış. Bu güzelliği bırakmak istemiyoruz ama otobüsümüzün hareket saati geldi. Terminale yürüyoruz. Tam vaktinde kalktık. Gelirken olduğu gibi yol yine 2.5 saat sürüyor. Garda şehir merkezine bağlantıyı sağlayan şehir içi otobüslerinin kalktığı bir durak var. Kısa bir beklemenin ardından otobüs geliyor. 10 dakika içinde oteldeyiz. Yarın son günümüz. İçimizi bir hüzün kaplıyor. Kültürüyle, sosyal yaşayışıyla bizden farksız bu ülkede hiç yabancılık çekmedik. Veda etmek zor olacak.
Hava kararmaya yüz tutmuş. İstisnasız bütün dükkanlar açık. Bütün Kavala sokaklarda. Gündüzün hayalet şehri yerini insan seline bırakmış. Bu güzelliği bırakmak istemiyoruz ama otobüsümüzün hareket saati geldi. Terminale yürüyoruz. Tam vaktinde kalktık. Gelirken olduğu gibi yol yine 2.5 saat sürüyor. Garda şehir merkezine bağlantıyı sağlayan şehir içi otobüslerinin kalktığı bir durak var. Kısa bir beklemenin ardından otobüs geliyor. 10 dakika içinde oteldeyiz. Yarın son günümüz. İçimizi bir hüzün kaplıyor. Kültürüyle, sosyal yaşayışıyla bizden farksız bu ülkede hiç yabancılık çekmedik. Veda etmek zor olacak.
Veda vaktidir zaman, 29 Haziran 2007 Cuma
Akşamki gibi hüzünlü, biraz da geç uyandık. Düşsel seyahatimiz bitmesin diye bir türlü kalkmak gelmiyor içimizden Kahvaltıyı otelde yapıyoruz. Yine peynir ve yumurta yok, ama olsun. Çıkışımıza, yani 12:00’ye kadar oyalanıyoruz. Tren akşam 20:30’da. Yorgo ile veda vakti. Emanet kasaları keşfettik ya, gara gidip çantaları bırakacağız. Yorgo soruyor neden ofise bırakmıyorsun diye. Zahmet vermek istemediğimizi söylesek de Yorgo ısrarcı. Boşuna para vermeyin diyor kasalara. Ya, bak şunun yaptığına, zorla ağlatacak beni.
Bugünü otobüslerle keşfe ayırdık. İlk noktamız, ilk günler şehrin en hakim tepesinde kurulu Selanik Kalesi. Birer tane, 24 saat geçerli otobüs bileti aldıktan sonra başlıyoruz gezmeye. Anlayacağınız kendi sightseeing’imizi yapıyoruz. Önce şehrin içlerine, oradan başka bir duraktan kaleye yöneliyoruz. 25-30 dakikalık gayet keyifli bir yolculuktan sonra kaledeyiz. Hava da şansımıza serin. Biraz oyalandıktan sonra farklı bir istikametten aşağıya, sahile inmeye karar veriyoruz. Ancak nerede olduğumuz yönünde bir fikrimiz yok. Tahminlerle bir yöne doğru başlıyoruz inmeye. Hem bakınıyoruz hem muhabbet ediyoruz. Günler sonra rüzgar da esiyor serin serin. Ooohh, deymeyin keyfimize!..
Ancak bir terslik var, yol yürü yürü bitmiyor. Dolana dolana bir hal olduk. İşte bir Goody’s daha. Öğlen yemeği ve 45 dakikalık mola bizi kendimize getirdi. Yine yoldayız. Aşağıya indikçe doğal olarak hava sıcaklığı arttı, güneş etkisini gösterdi. Bir süre sonra, gözümüze kestirdiğimiz bir istikamete doğru şehir merkezine gider umuduyla ilk gelen otobüse atladık. Otobüs bizim indiğimize benzer başka bir yokuştan tekrar yukarı çıkmaz mı? Yeşim telaşta. Bense sakin. Nasıl olsa daha çok zaman var. O olmazsa başkası. Nereye gideceğimizi merakla bekliyorum. Otobüs ana caddeyi bitirdi, ara sokağa girdi, oradan dar sokakları geçti. Hala gidiyor. Önce modern evler, sonra orta halli apartmanlar tükendi. Bas bayağı varoşlara geldik. Otobüste herkes teker teker indi. Şoför aynadan bizi kesmeye başladı. Belli ki içinden soruyor: ‘Ne iş?’ Sonunda otobüs durağına geldik. Şehir merkezine nasıl gideceğimizi soruyoruz şoföre. İngilizce bilmiyor. White Tower diyoruz, anlıyor. Yarı tarzanca, yarı gözlerle anlaşıyoruz. Şehir merkezinden 8 kilometre uzaklaşmışız. Burada bekleyin diyor. Yeşim isyanlarda. Bense maceranın tam ortasında, ağzım kulaklarımda. Ben gülümsedikçe sinir katsayısı artıyor.
Neyse, dönüşe geçtik bile. Yine dolambaçlı sokaklardan geçiyoruz. Bu defa ters istikamete doğru ilerliyoruz. Tabii şunu belirtmek gerek. Otobüslerde ve tabii ki genel olarak Yunanistan’da problem şu ki tüm yazılar Kiril alfabesi. Bu yüzden ne yazdığını anlamak mümkün değil. Sadece turistik merkezlerde Latin alfabesini kullanıyorlar o kadar. Biz meğerse otobüse yolun ters tarafından binmişiz. Karşısından binsek bu da dahil bütün otobüsler zaten merkezdeki El Venizelou Caddesi’ne gidiyormuş!
Tekrar şehrin kalbindeyiz. İkinci hedef, limandaki Fotoğraf Müzesi… Rehber kitabımızda eski ve yeni Selanik fotoğraflarından oluşan bir sergi olduğu yazıyor. Özellikle eski fotoğrafları görme umuduyla gittik ama hevesimiz kursağımızda kaldı. Sergi değişmiş. Endüstriyel tasarımlarla ilgili bir sergi vardı ki pek açmadı.
Vakit daralıyor. Son kez Tsimiski Caddesi’ne yürüyoruz. Akşam yemeğini de, Selanik’e ilk gelişimizde önünden geçerken dekorasyonuyla dikkatimizi çeken, şirin bir kafede yapıyoruz.
Otele dönüp çantaları alıp tren garına vardık bile. Treni beklerken herkes suskun. Geçen bir haftanın hesabını yapıyor. Yorucu ama bir o kadar da keyifli günler. Kısacık tatilimize, ileride sohbetlere konu oldukça uzayacak anılar kattığımız için mutluyuz. İyi ki gelmişiz…
Bugünü otobüslerle keşfe ayırdık. İlk noktamız, ilk günler şehrin en hakim tepesinde kurulu Selanik Kalesi. Birer tane, 24 saat geçerli otobüs bileti aldıktan sonra başlıyoruz gezmeye. Anlayacağınız kendi sightseeing’imizi yapıyoruz. Önce şehrin içlerine, oradan başka bir duraktan kaleye yöneliyoruz. 25-30 dakikalık gayet keyifli bir yolculuktan sonra kaledeyiz. Hava da şansımıza serin. Biraz oyalandıktan sonra farklı bir istikametten aşağıya, sahile inmeye karar veriyoruz. Ancak nerede olduğumuz yönünde bir fikrimiz yok. Tahminlerle bir yöne doğru başlıyoruz inmeye. Hem bakınıyoruz hem muhabbet ediyoruz. Günler sonra rüzgar da esiyor serin serin. Ooohh, deymeyin keyfimize!..
Ancak bir terslik var, yol yürü yürü bitmiyor. Dolana dolana bir hal olduk. İşte bir Goody’s daha. Öğlen yemeği ve 45 dakikalık mola bizi kendimize getirdi. Yine yoldayız. Aşağıya indikçe doğal olarak hava sıcaklığı arttı, güneş etkisini gösterdi. Bir süre sonra, gözümüze kestirdiğimiz bir istikamete doğru şehir merkezine gider umuduyla ilk gelen otobüse atladık. Otobüs bizim indiğimize benzer başka bir yokuştan tekrar yukarı çıkmaz mı? Yeşim telaşta. Bense sakin. Nasıl olsa daha çok zaman var. O olmazsa başkası. Nereye gideceğimizi merakla bekliyorum. Otobüs ana caddeyi bitirdi, ara sokağa girdi, oradan dar sokakları geçti. Hala gidiyor. Önce modern evler, sonra orta halli apartmanlar tükendi. Bas bayağı varoşlara geldik. Otobüste herkes teker teker indi. Şoför aynadan bizi kesmeye başladı. Belli ki içinden soruyor: ‘Ne iş?’ Sonunda otobüs durağına geldik. Şehir merkezine nasıl gideceğimizi soruyoruz şoföre. İngilizce bilmiyor. White Tower diyoruz, anlıyor. Yarı tarzanca, yarı gözlerle anlaşıyoruz. Şehir merkezinden 8 kilometre uzaklaşmışız. Burada bekleyin diyor. Yeşim isyanlarda. Bense maceranın tam ortasında, ağzım kulaklarımda. Ben gülümsedikçe sinir katsayısı artıyor.
Neyse, dönüşe geçtik bile. Yine dolambaçlı sokaklardan geçiyoruz. Bu defa ters istikamete doğru ilerliyoruz. Tabii şunu belirtmek gerek. Otobüslerde ve tabii ki genel olarak Yunanistan’da problem şu ki tüm yazılar Kiril alfabesi. Bu yüzden ne yazdığını anlamak mümkün değil. Sadece turistik merkezlerde Latin alfabesini kullanıyorlar o kadar. Biz meğerse otobüse yolun ters tarafından binmişiz. Karşısından binsek bu da dahil bütün otobüsler zaten merkezdeki El Venizelou Caddesi’ne gidiyormuş!
Tekrar şehrin kalbindeyiz. İkinci hedef, limandaki Fotoğraf Müzesi… Rehber kitabımızda eski ve yeni Selanik fotoğraflarından oluşan bir sergi olduğu yazıyor. Özellikle eski fotoğrafları görme umuduyla gittik ama hevesimiz kursağımızda kaldı. Sergi değişmiş. Endüstriyel tasarımlarla ilgili bir sergi vardı ki pek açmadı.
Vakit daralıyor. Son kez Tsimiski Caddesi’ne yürüyoruz. Akşam yemeğini de, Selanik’e ilk gelişimizde önünden geçerken dekorasyonuyla dikkatimizi çeken, şirin bir kafede yapıyoruz.
Otele dönüp çantaları alıp tren garına vardık bile. Treni beklerken herkes suskun. Geçen bir haftanın hesabını yapıyor. Yorucu ama bir o kadar da keyifli günler. Kısacık tatilimize, ileride sohbetlere konu oldukça uzayacak anılar kattığımız için mutluyuz. İyi ki gelmişiz…

Türk treni mi Yunan treni mi? Hareket saatine çok az kala yine aynı soru. Gelirken Yunan treni denk gelmişti. Doğrusu bu ya, pek de memnun kalmamıştık. Hep söylerler Türk dostluk treni daha iyi diye. Çok önem vermiyormuş gibi görünsek de hepimizin aklından geçen bizim trenle dönmek. Birazcık konforu hak ettiğimizi düşünüyoruz. Bu düşüncelerle perona varıyoruz veeee o da ne? Allı beyazlı vagonlarımız memleketin müjdesi gibi istasyona yanaşmış. Dualarımız kabul görmüş. TCDD’nin kibar görevlileri biletimizi rica edip, vagonumuza kadar refakat ediyorlar, kompartımanımızı göstermek için. İstanbul ayağımıza kadar gelmiş bile. Kendimizi bir anda Türkiye’de hissediyoruz. Harekete biraz vakit var. Çantalarımızı yerleştirmek için odaya girince neredeyse küçük dilimizi yutacaktık. Sanki trende değil de lüks bir otelin suitindeyiz. Yunan treniyle karşılaştırıldığında son derece ferah bir oda. Dijital kliması hemen kapının üstünde. Lavabosu, aynası pırıl pırıl. Lavabonun üstünde TCDD’nin ‘İyi yolculuklar dileriz.’ notu düşülmüş, özel kutusunda sabunu. Koltuklar çok geniş. Koltuğun karşısında bir dolap. Dolabın içinde mini bir buzdolabı. Tam karşımızda elbise askılığı. Onun üzerinde çantaları koymak için genişçe bir raf. Her şey o kadar incelikle düşünülmüş ki. Bravo TCDD’ye! Neye elimizi atsak yeni bir keşif. Dolabımızın üst kısmını çekince genişçe bir masaya dönüşüyor. Işıklar birkaç kademeli. Pencerelerde hem perde hem de gölgelik var. Dilediğini seç. Trenin hareketinden kısa bir süre sonra sakız gibi çarşaflarımız da teslim ediliyor. Hani bir hafta önceki gelişimizi düşünüyorum da, arada dağlar kadar fark var. Hani o çok bildik şarkının dediği gibi: ‘Dönüşümüz muhteşem olacak!’
Evim evim güzel evim, 30 Haziran 2007 Cumartesi
Yolun bundan sonrası gelirken yaşadıklarımızın tersi şeklinde gelişti. Yani önce Yunanistan tarafında polis ve gümrük kontrolleri, sonra da bizim tarafta. Tek fark bu defa her iki gümrüğünde işlemleri çok ağırdan almasıydı. İstanbul’a varışımız 14 saati buldu. Kendi adıma hiç şikayetçi değilim. Böyle bir trenle değil 14 saat, 14 gün seyahat edebilirim.
Hesabımıza göre, ağırlığı Selanik’te olmak üzere en az 30 kilometre yol yürüdük. Mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklıkların da etkisiyle rekor oranda su tükettik. Olası rahatsızlıklar için yanımızda temel bazı ilaçları getirmiştik. Çok şükür, kullanmak zorunda kalmadık!
Nihayet eve vardık. Aynı iklim kuşağında yer aldığımız komşumuz gibi burada da sıcaklıklar etkisini yitirmeye başlamış. Nispeten ferah, en azından nefes alabildiğimiz bir hava karşıladı bizi. Vapurumuz boğazın dalgalarını yara yara karşıya geçerken, Yunanistan gibi güzel bir ülkeyi tercih ettiğimiz için şanslı olduğumuz konusunda hem fikirdik. Ve elbette ileride bir kez daha, ama bu defa farklı bir rota için, Yunanistan’ı ziyaret etmeye kararlıyız.
Hesabımıza göre, ağırlığı Selanik’te olmak üzere en az 30 kilometre yol yürüdük. Mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklıkların da etkisiyle rekor oranda su tükettik. Olası rahatsızlıklar için yanımızda temel bazı ilaçları getirmiştik. Çok şükür, kullanmak zorunda kalmadık!
Nihayet eve vardık. Aynı iklim kuşağında yer aldığımız komşumuz gibi burada da sıcaklıklar etkisini yitirmeye başlamış. Nispeten ferah, en azından nefes alabildiğimiz bir hava karşıladı bizi. Vapurumuz boğazın dalgalarını yara yara karşıya geçerken, Yunanistan gibi güzel bir ülkeyi tercih ettiğimiz için şanslı olduğumuz konusunda hem fikirdik. Ve elbette ileride bir kez daha, ama bu defa farklı bir rota için, Yunanistan’ı ziyaret etmeye kararlıyız.

Yazı: İhsan Önder
Fotoğraflar: Sertaç Aytaç, Yeşim Önder