Rüzgarların sırtımdan iterek beni sık sık uzak diyarlara sürüklediği o yıllardan birinde savrulduğum New York’taki bir haftalık maceralarımın içinden bir tanesi varki, ömrüm boyunca unutamam, anımsadıkça da tirtir titrer, bacaklarımdan beynime kadar bütün kanım çekilir, pelte gibi yere yığılacak olurum. Neydi bu macera? Acaba yaşadığım olayı “macera” sınıfına sokmam doğru mu, yoksa kendi enayiğim mi idi, adlandıramıyorum. Portekiz’de iken gerçekten kaşındığım için Portekiz’li tinerci kılıklı birinin boğazıma bıçak dayayıp “moonii, moonii (money, money’nin Portekizli’nin ağzından çıktığı şekilde yazılışı) deyişi ile gelişen olaylar maceraydı, ama bu, New York’ta yaşanan olay gerçekten farklıydı, ve benim kendi sinir sistemimi önceden doğru analiz edip değerlendiremeyişim yüzünden yaşadığım, kelimenin tam anlamıyla kendi kendime attığım bir kazıktı. Hani “beter ol, bile bile lades..” derler ya, ben kendime böyle bir kazık atmıştım o gün....
New York’ta orası burası derken, bir gün şu Özgürlük Anıtı’na da çıkmadan New York’u bitirmiş olamayacağız dedim arkadaşıma. Arkadaşım da maceracının bizzat adresi hani Adı Ufuk olduğu için Amerika’lılar arasında şakalaşmaya neden olduğundan dolayı, Amerikancada “you fuck” okunuyor, adını Al diye değiştirdi; bunu sadece bana söyleyebildi, çünkü Türkler bu sefer başka türlü bir makaraya alıyorlardı kendisini. Neyse, adını sonradan Al’a değiştirmiş Ufuk arkadaşımla sabah erkenden Elis adasına ulaşmak için yola çıktık. Adaya yolcu getirip götüren feribot rıhtımına vardığımızda gözlerime inanamadım, bir kuyruk, bir kuyruk, anlatamam. Yaklaşık iki saat kadar kuyrukta bekledik durduk. Hemen yakınımızda kafayı yemiş çukulata renkli bir amerikan vatandaşı şaklabanlıklar falan yapıyor, kendisini eğer dikkatle izlediyseniz o sizi kafasına mutlaka yazıyor, tek tek dolaşıp, emeğinin hakkını söke söke alıyordu. Uzun denecek bir süre bekledikten sonra feribota biniş sıramız geldi, hurraa Japonlar, vs uluslarla birlikte daldık feribota. Her dilden bir ses curcunası içinde fazla uzun sürmeyen, sanırım yarım saat kadar sonra Elis adasına vardık, sanki Büyükada rıhtımına inmişiz gibi süratle uzaktaki Özgürlük Anıtı’na ulaşma yarışına katıldık. Sağ tarafta bir Özgürlük Anıtı müzesi veya dükkanı vardı ama bakamadım bile, insanlar anıta doğru öyle kararlı ilerliyorlardı ki, dükkana uğramayı daha sonraya bıraktım. Bir kaç adım sonra bir de ne göreyim, kutsal haç mekanına ulaşmış hacı adayları gibi dizilmiş insan kalabalığı zinciri, neredeyse atmıyorum yüz metreden fazlaydı. Mecburen kuyruğa girdik, kıvrım kıvrım kuyrukta, güneşin altında yaklaşık üç saat kadar bekledikten sonra, muhteşem hanımefendinin üzerinde durduğu kaide kapısına ulaştık. Laylaylomlarla oldukça geniş sayılacak merdivenlerden güruh halinde kaideye tırmanmaya başladık. Ya hala gelmedik mi falan derken, önümüzdeki dar bir kapıdan anıtın etek mahalline girmek için ister istemez disipline olarak kuyrukta omuz hizalı arka arkaya dizilerek yürüyüş kararı havletinde heyecanla etek mahalline geçiş kapısına doğru ilerlemeye başladık.
Etek içine girerken aman tanrım diyorsunuz, bu ne muhteşem renk cümbüşü ve ne etkileyici görüntü! Yeşil küfü rengindeki bakırın aydınlatmayla yansıttığı farklı ve gerçekten muhteşem renk şoku karşısında ağzım açık kaldı. Zincir sizi farkında olmadan itekleyerek etek mahallinin ortasında bir merdivene getiriyor. Henüz olacakların farkında değilim ve arkamda arkadaşımla birlikte önümdekinin omuzuna ister istemez dokunarak merdivenlere ulaştık. Merdiven dediğiniz tek kişinin çıkacağı kadar dar, helezoni, döne döne taç mahalline ulaşan bir yapı. Korkuluk bel hizanıza geliyor. Ben yine ağzım açık etrafı inceleyerek merdivenlerden taça doğru ağır ağır tırmanırken birden şırrak diye sinirsel bir tokatla sarsıldım. Beynimden gözlerime, boğazımdan aşağılara bütün sinir ağı sistemimi felç edecek şekilde bir titreme ile ayaklarımın bağı koptu, korkuluklara sıkı sıkı tutundum. Daha en fazla neredeyse yirmi yirmibeş basamak çıktık çıkmadık, ama o anda birden ilerleyemez oldum. Gözlerim karardı, kanım çekilmeye başladı, boynum karnıma doğru eğilmeye başladı. Kendime hakim olamıyordum. Gözlerimi asla açamıyordum. Tanrım ne yaptım ben. Nasıl bunu düşünememiştim. Ben de çok vahim derecede var olan Yükseklik Korkusu Kompleksi’mi nasıl düşünememiştim. Hangi cesaretle veya halk ağzıyla “bok yemeye” buraya tırmanmaya kalkışmıştım. Geri dönme şansım yoktu. Arkadan “hop hop ilerleyelim” in Amerikancaları yükselmeye başlamış ama bir adım bile atamıyordum. Arkamdaki arkadaşıma “benim çıkmam mümkün değil” dedim, o da “bir şey olmaz, ben seni tutuyorum, ilerle, geri dönüş mümkün değil” dedi gibi hatırlıyorum, veya bu kibarcasını değil de, “yürüsüne lan...” la başlayan bir küfür de etmiş olabilir. Yapacak bir şey yoktu, Dizlerimin üzerinde iyice kıvrılarak ve başımı korkuluk hizasının altında eğerek, gözlerim kapalı, her iki elimle korkuluklardan sıkı sıkı tutarak, basamaklara ayağımla da vurarak ister istemez tırmanmaya devam ettim. Arkadaşım arkamdan bana sarılmıştı.
Varlığından hiç bu kadar kuvvet almamıştım. Önümüz tamamen boşalmıştı, öndekiler “atı alan Üsküdar’ı geçti” şeklinde neredeyse, tahmin ediyorum, taça ulaşmıştı herhalde. Bu satırları yazarken bile ifade etmesi gerçekten çok zor bir halde taça ulaştım, tek gözümü açarak basamakların son noktasındaki delikten taç mahalline geçtim. O arada gözüm ister istemez saniyenin çok kısa bir süresi kadar aşağı ilişti ve filmim koptu. Taç mahallinde bir kenara kendimi yasladım, gözlerimi hala açamıyordum, o gördüğüm muazzam boşluk beynimde flaş ediyordu. Sanırım elinde cop da vardı, taç mahalli görevlisi Amerikanca olarak “hadi kardeşim, beklemeyin, tamam, hadi ilerleyin, iniş buradan” diyerek bir delikten çıkanları taçın duvarlarındaki seyir lombozlarından baktıktan sonra onun hemen yanındaki delikten aşağı yönlendiriyordu. Ayağa kalkınca göz ucuyla ben de öyle bir baktım, uzakta New York binaları falan vardı ama bir şey anlaşılmıyordu sanırım, o lombozlardan bakmanın bir anlamı yoktu yani. Ben inemezdim artık. Kalacaktım burada. Nasıl ineyim. Ölürdüm. “kalk kalk, bişi olmaz, hadi” cesaretlendirmeleri ile deliğin ucuna geldim, gözlerimi kapadım, avuçlarımla zemine vakum yaparak ayaklarımı aşağı sallandırdım. Önümde arkadaşım vardı. Durumun vehametini anlayan can dostu bir Amerikan’da ensemden ve omuzlarımdan tutarak beni merdivenlere aldılar. Gözlerim kesin kapalı. Bir elimle korkuluğa sarıldım. Oturur poziyonunda kıç üstü atlaya atlaya tek tek basamaklardan aşağı doğru inmeye başladım. Bayağı uzun sürdü. Bu süre boyunca neler düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Korkunç bir kabus içindeydim ve sanırım zor zamanlarda yaptığım gibi bir melodi mırıldanıyordum. Önden ve arkadan desteklerle uzun sayılacak bir sürede etek mahalli zeminine ulaştık. Gözlerimi açtığımda rüyadan uyanmış gibiydim ama bütün organlarım felç halindeydi.
Etek mahalli kapısından zil zurna sarhoş biri gibi savrularak kendimi dışarı attım ve genişçe sayılacak bir alana yığıldım. Etrafımda benimle ilgilenen, neler olduğunu anlamaya çalışan insan hareketleri hissediyordum ama kendimi kontrol edemiyordum. Bir süre yerde yığılmış ve kıvrılmış bir halde yattıktan sonra kendime geldim, sanırım birileri de yüzümü boynumu ıslatmıştı. Hatırlaması zor etrafımda neler olduğunu, çünkü gözlerim uzun bir süre yumuk kalmıştı. Uzatmayayım artık dehşet içinde ve bitmiş bir halde kaideden aşağı inerek dış mekana çıktık. Oksijen yüzüme tokat gibi çarptı. Bütün dış yüzeyimden oksijeni öyle bir sömürdümki, bataryaları hızla dolan bir cihaz gibi hızla kendime geldim. Neler olduğunu, ne yaşadığımı hayretler içinde hatırlamaya çalışıyordum. Hayatımda yaşadığım bu olay extreem denebilecek olayların ilk üçüne girer diyebilirim. Bir daha asla tekrarlamayı istemem.
Sonradan New York belediye Başkanı’na bir protesto mektubu yazıp, ya kardeşim koysanıza oraya bir tabela “yükseklik korkusu olanlara tavsiye edilmez” diye serzenişte bulunayım demiştim, ama bir türlü yazamamıştım. Bu yazıyı da benden bu hikayeyi bir kere ağzımdan dinleyen sevgili Alpay Oğuş’un ricası ile kaleme aldım. Aslında anlatılanı dinlemesi yazılanı okumaktan daha heyecanlı bu başıma gelen ile vermek istediğim mesaj şudur: siz siz olun bir macera öncesi kendinizi ne kadar tanıdığınızı ve potansiyelinizi bir gözden geçiriniz, sonradan keşfedeceğiniz zayıflıklarınız başınıza unutamayacağınız dertler açabilir.
Unutulmaz ama sonu iyi biten seyahat ve maceralara dileğimle,