İskoçya

 

Etkinlik ismi: Şatolar ülkesinde bir çift tekerlek
Tarih: 28,02,2002
Hazırlayan:Tolga Çeltekligil Etkinlik yeri:İskoçya
Katılımcılar : Tolga Çeltekligil Teknik Malzemeler Bisiklet ve teknik malzeme, Kamp malzemeleri.

Şatolar ülkesinde bir yolculuk 

İskoçya’ da yapılan bir yolculukta insanın gözüne en çok göller, dağlar ve inanılmaz yeşil tonları çarpar. Bunların arasında yükselen şatolar ise ortamı çok daha gizemli bir hale dönüştürür. Eğer bu yolculuğu bir bisiklet ile yapıyorsanız, işte o zaman kendinizi ortaçağda bir at üzerinde İskoçya’nın bağımsızlığı için İngilizlere karşı savaşıyor gibi hissedebilirsiniz. Benim seçtiğim rota, bisikletçi ve yürüyüş yapanlar için oluşturulan 1840 km’ lik bir parkurun yalnızca 639 km’ si...... Manchester çevresi rotaları, Edinburgh’ tan başlayıp kuzeyde Fort William’a kadar uzanan ve buradan da güneyde Glasgow bölgesine dönmemi sağlayan Western Highlands Way(WHW) ve bunun bir uzantısı olan Glasgow-Largs rotası.

14.07.02 sabahı THY’ nin İstanbul-Manchester seferi ile adanın endüstri ve sanayi şehrine bisikletimle beraber iniş yapıyordum. Manchester, THY’ nin direk seferinin bulunduğu ve tren ile Iskoçya’ nın güney şehri Edinburgh’ a uzaklığı 3 saat kadar olan sevimsiz bir şehir. Manchester’ ın güney doğusunda, Sheffield yolu yanında “Peak District” adındaki bölge bisikletçilerin izlemesi gereken rotalardan biri. Peak District bölgesi ayrıca İngiltere’ nin en yüksek bölgesi ve zirve yaklaşık 963 m’ de. Çok fazla bir yükseklik değil ama yine de kanyon ve zirveye giderken bulunan enteresan geçiş yolları ile bisiklet ve yürüyüş cenneti. Benim ise daha önceden 2000 yılı mayıs ayında geçtiğim bir parkur. 

Manchester’ ın kuzeyinde ise, Manchester-Edinburgh rotasını tren yerine bisiklet ile yapmak isteyenler için “Lake District” denilen göller bölgesi mevcut. Çok kolay parkurların bulunduğu bu bölge ise yine doğa güzellikleri açısından yürüyüşçülerin tercih ettiği bir parkur. Ama geçilecek bir Iskoçya parkuru sözkonusu ise “Lake District” o kadar da önemli bir rota sunmaz size ve bu yüzden ilk gününüzü Manchester yakınındaki “Peak District”’ te geçirip, daha sonra tren ile Edinburgh’ a geçmenizi tavsiye ederim. “Peak District” bölgesindeki parkura başlamanız için Buxton kasabası size birçok olanak sağlamaktadır. Tüm bölgesin bisiklet parkuru haritasını bu kasabadan edinebilirsiniz. Manchester-Buxton yolunu ise yine tren ile geçmenizi öneririm, çünkü yolun büyük bir kısmı otoyol. Ama “Peak District” i görmek için de 20 dakikalık bir tren yolculuğuna katlanılabilir. “Peak District” te seçeceğiniz herhangi bir parkur sizi bütün gün oyalayacaktır, bu yüzden ben aynı günün akşamı tekrar Buxton’ a ulaşarak Manchester’ a geri dönüyor ve geceyi Manchester’ da geçiriyordum. 

Ertesi gün erkenden Manchester-Edinburgh treni ile İskoçya gerçeği ile tanışıyordum. Rotasını İstanbul’ da belirlediğim parkurda pedal çevirmeye başlayıp ilk parkur olan Edinburgh-Stirling yolunda ağır ağır ilerliyordum. Bu yolun hemen hemen tamamı tek şeritli bir otoyol idi. Şehirden uzaklaştıkça Edinburgh’ un tepesine kurulan Edinburgh şatosu karanlık bir siluet halini alıyor ve gittikçe küçülüyordu. Yaklaşık 80 km’ lik bu parkur boyunca görmeye değer bir çok ufak şato ve tarihi eser göze çarpıyor, ama İskoçya’nın doğal güzelliği halen kendini benden saklıyordu. Öğleden sonra Stirling şatosu gözükmeye başlamıştı. Sabah arkamda kaybolan Edinburgh şatosundan daha heybetsiz fakat tarihteki yeri çok önemli olan bir şato.Geniş bir ova üzerinde pedal çeviriyor ve gerçek İskoçya’ ya yaklaştığımı hissediyordum. 1296 yılında yapılan Stirling savaşlarının olduğu ova ve İskoçların kazandığı bir zafer ve daha sonra Iskoçlara bağımsızlığı kazandıracak büyük halk ayaklanmalarının başladığı yer.Stirling şatosu şehrin bir ucunda, diğer ucunda ise üzerinde ufak bir gözetleme kulesinin bulunduğu bir yapı. Bu yapının hemen altında “William Wallace” heykeli çıkıyordu karşıma ve o zaman anlıyordum; burası İskoçya. Aynı gün 24 km’ lik Stirling-Callander rotasını da geçip Callander’ de konaklamak istiyordum. 
Stirling’ den ayrılıp ufak köy yollarını kullanarak Callander şehrine doğru pedal çevirmeye başlamıştım. Callander, Stirling şehrinin kuzeyinde “Trossachs” dağlık bölgesine giriş yapılan ufak bir kasabaydı. Bütün maceracıların rotalarına başladıkları bir yer. Bu bölge Archray Forest denilen ormanlık alan ve Loch Vennacher, Loch Archray ve Loch Katrine ile kuzeyden, Loch Lamond ile güneyden çevriliydi ve ben buraya kuzeyden giriş yapıp, güney batıdan çıkış yapacaktım. Callender şehri ayrıca yolculuğum boyunca kullanacağım Western Highlands Way’ in de giriş noktası idi. 
Ertesi sabah hava yine kapalı ve soğukça idi. Üzerimde termal bir t-shirt, uzun kollu ve pamuklu bir sweat-shirt ve bir yağmurluk beni temmuz soğuklarından koruyordu. 3 gün olmuştu fakat henüz yağmur görmemiştim, şanslıydım. “Trossachs” bölgesinin haritasını Callander Tourist Information Office’ ten edindikten sonra kuzeydeki üç gölün etrafından dolaşarak Archray Forest ormanlık bölgesine giriyordum; beni Loch Lamond’ a kadar sürecek olan 30 km’ lik bir iniş yolu bekliyordu. Iskoçya’ nın en büyük gölü olan Loch Lamond gözükmüştü, buradan gölün karşı tarafına botlar kalkıyordu ve bu botlar beni gölün karşı kıyısına götürecekti. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuktan sonra gölün karşısındaydım ve gölün kuzey ucundaki Ardlui kasabası konaklamayı düşündüğm yerdi. Haritada gösterilen birçok kasabada gece kalmak için çok fazla bir opsiyon yoktu ve Ardlui de iki çiftlik evi ve bir bakkaldan oluşan bir kadaba olarak çıkıyordu karşıma. Hedefimi Ardlui’ den 19 km kuzeyde olan Tyndrum olarak belirledim. Güneş açmaya başlıyor ve saat 5’i biraz geçiyordu, yorulmuştum. Ardlui-Tyndrum parkuru tek gidiş ve tek gelişin olduğu küçük bir otoyoldu, tamamı gölün kenarından gidiyordu. Inverarnan kasabasında “Stranger Inn” adında bir bar buluyor ve bira içmek için duruyordum. Kronenberg 1884 adlı fransız birasını yudumlarken, sağımda sırt çantalı Belçikalılar, solumda ise bisiklet ile yolculuk yapan Almanlar vardı. Fakat hepsinin rotası değişik olduğu için biradan sonra vedalaşıp, kuzeyde herkesin hedefi olan Fort William’ da buluşmak üzere yola koyuldum. 
Tyndrum şehrinin biraz güneyindeki Crianlarich kasabası beni bu gece misafir ediyordu, bu günün bilançosu yaklaşık 100 km idi, hava yaklaşık 8 derece, hafif yağmurlu; aylardan ise temmuzdu. Ertesi sabah günlük bisiklet giysilerime ek olarak kafama bir de bere takmak zorunda kalıyordum; yağmur yok, fakat hava epey soğuktu.Tyndrum-Glen Coe parkurunu geçecektim, tamamı off-road bir parkurdu. Crianlarich-Tyndrum rotası yaklaşık 5 km kadardı ve Tyndrum’ da otoyolu terk edip tekrar WHW yoluna giriyor, Iskoçya’ yı güneyden kuzeye geçen yürüyüşçüler ile aynı yolu paylaşıyordum. Öğleden önce Tyndrum-Bridge of Orchy, öğleden sonra ise Bridge of Orchy- Glen Coe parkurlarını geçecektim. Tyndrum-Bridge of Orchy parkuru tümüyle tren yolu kenarından giden, çamur içinde, 30 santim genişliğinde bir yoldu. Bir dağın eteğinden dağa paralel olarak yaklaşık 20 km’ lik bir yol. Bu yolu kolayca geçiyor ve Iskoçya’ nın tadını çıkarıyordum. Ön tekerlekten çıkan çamur suratıma saplanıyordu ama ben de buna karşılık yere tükürüp öcümü alıyordum. 
Zaman zaman tren yolundan geçen tren, etrafta otlayan hayvanlar ve karşıdan gelen yürüyüşçüler ile zaman su gibi akıp geçiyordu ve öğlen asıl zor etabın başlayacağı Bridge of Orchy’ ye geliyordum. Bridge of Orchy-Glen Coe etabı dar ve çakıl taşları ile stabilize edilmiş toprak bir yoldan oluşuyordu. 10 km boyunca tırmandıktan sonra yol düzleşiyor fakat sonra tekrar tırmanmaya başlıyordum. Glen Coe’ ye vardığımda oranın aslında bir kayak merkezi olduğunu öğreniyordum. Bu da yolun büyük bir kısmının neden yokuş yukarı olduğunu anlamamı sağlıyordu. Sağımda ve solumda dik dağlar oluşmaya başlamıştı, ben ise vadide akan nehrin yanında Mars ve Sneakers yiyerek soğuk havaya meydan okuyordum. Tüm yükümün arka tarafta olması yokuş yukarı çıkarken ayakta binsem bile arka tekerleğin kaymasını önlüyordu. Fakat oturduğum zaman ise bisikletin önü kalkıyor, ama hafif ayarlamalar ile dengeyi buluyordum. Sürekli yokuş yukarı ve 8-10 km/h hız ile akşam üstü 4 gibi Glen Coe’ ye varıyordum, yanlızca 40 km’ lik bir yol yapabilmiş ama yine de 8 saatimi bisiklet tepesinde geçirmiştim. Kalacağım yer tesadüfen seçilmiş “Clachaig” adında bir “outdoor hotel” idi. Aynı amaçla yola çıkmış bir sürü insanın konakladığı bir yer. Günün rotası o kadar güzeldi ki, su içmeyi bile unutmuştum o gün, otelin barında kendimi biraya veriyor ve garson da bana bir iskoç yemeği olan Haggis tavsiye ediyordu. Yemeğimi dört gözle bekliyordum, çünkü açtım, deliler gibi yiyip içmek istiyordum ki, o an yemeğim geldi; iskoç halk yemeği olan Haggis’ in de kıyma kavurmadan farklı bir şey olmadığını öğreniyordum böylece....... 
Glen Coe’ de konaklamak için WHW’ den çıkmıştım yine. Günün rotası Glen Coe-Kinlochleven ve Kinlochleven-Fort William’ dı. Kinlochleven’ den başlayanlar için Glen Coe’ ye gelmek çok rahat idi WHW üzerinden, çünkü hep yokuş aşağı gitmek gerekiyordu. Fakat aynı şey Glen Coe – Kinlochleven yönü için söylenemezdi, sürekli yukarı tırmanmak gerekiyordu nerdeyse. İşte ben de bu etabı otoyoldan geçmek zorunda kaldım; otelde bana yapılan açıklamaları da dikkate alarak. Kinlochleven’ e giden otoyol ise yine tek şerit ve göl kenarından giden bir yoldu. Tüm dağların göle bakan tarafları gölün üstüne yansımış ve uçuk bir görüntü oluşturmuştu. Kinlochleven’ e otoyoldan ulaştıktan sonra ağaçlar arasından ufacık girişi gözükmeyen, Iskoçya’yı güneyden kuzeye bağlayan WHW tekrar çıkmıştı karşıma. Bu patikanın girişini ancak konulan levhalar sayesinde görebiliyordum. Yine tırmanmaya başlamıştım, yemyeşil vadilerden geçiyor, içtiğim biralardan değil, doğal güzelliklerden sarhoş oluyordum. Kaçkarlarda yürümek bir ütopyadır derler ama Iskoçya’ da bisiklete binmek bir ütopya bile olamayacak kadar insanı şaşırtan ve gerçek dışı olan bir olaydı. 
Kuzeydeki son noktam Fort William’ ın nasıl bir yer olduğunu bilmeksizin tırmanmaya devam ediyordum, fakat doğanın çarpıcı güzelliği benden yorgunluğumu alıyor ve bol oksijenli hava birikmiş olan enerjimi parçalayıp kullanmama yardımcı oluyordu. Taş ve çakıllı dar yollar, yükümün ağırlığı nedeniyle bisikletin kaymasını engelliyor ve bana çok stabil bir sürüş sağlıyordu. Yavaş yavaş Iskoçya’ nın en yüksek tepesi olan Ben Nevis (1349m) gözükmüştü. Genelde sisler altında ve zar zor gözüken bir tepe ve onun eteklerine kurulmuş bir şehir... Fort William. Gözlemlediğim kadarı ile şehrin tek geçim kaynağı treking ve mountain biking imkanları sağlayan doğal yapı. Temmuz başında yapılan dağ bisikleti iniş dünya şampiyonası bana bu organizasyon için hazırlanan tüm pistleri sunabiliyordu. Fort William bir kayak merkeziydi ayrıca. Telesiyej ve goldol gibi taşıma cihazları yazın bisikletleri yukarı taşımak için kullanılıyordu. Bu pistlerde iki gün geçirdim ve tekrar güneye doğru yola çıkmam gerektiği aklıma geldi. Hemen hemen aynı rotayı kullanarak Glasgow’ a ulaşıyor ve Iskoçya’ nın, belki de tüm adanın en sevimsiz ve karanlık kentini görüyordum. Acilen son parkurum olan Glasgow-Largs rotasını planlayıp yola koyuluyordum. 
Largs, Iskoçya’ nın güney batı sahilinde kurulmuş ve Viking izleri taşıyan bir sahil kasabası olarak kendini bana tanıtıyordu. Keyifli bir yerdi ve ben artık yorulmuştum. Bu kasabada iki gün kalabilirdim. Çünkü burada yapmaya değer iki parkur vardı. Bir tanesi Largs-Greenock, diğeri ise Millport rotası. İlk gün Largs-Greenock rotasını yapmaya karar verdim. Largs ve Greekock deniz kenarında iki kent, Glasgow ise biraz daha içeride bir sanayi şehri. 17. yüzyılda adada yaşanan endüstri patlaması sırasında gelişen en büyük şehirlerden biri de Glasgow olmuş. Glasgow’ a su taşımak için de Largs ve Greenock gibi sahil kasabalarından Glasgow’ a su yolları oluşturulmuş. Largs-Greenock arasında izlediğim yol bu su yolu idi. Su yolunun kenarında bataklık bitkilerinin bolca bulunduğu ve yer yer çamurlu dar bir yol. Yaklaşık 23 km’ lik bir parkur, dönüşte ise sahilden okyanus kenarından tek şeritli bir otoyol. Okyanusun öteki tarafında ise Amerika kıtası. 
İkinci gün ise Largs kasabasının tam karşısında bulunan Millport adasına feribot ile geçiyor ve gün içinde adayı dolaşıyordum. Yolculuğumun sonunun yavaş yavaş geldiğini düşünüyor ve halen ciddi bir yağmur ile karşılaşmadığım için seviniyordum.Ertesi gün beni Manchester’ a geri götürecek treni düşünüyor ve bu rüyayı bitirmeye hazırlanıyordum. Uyandığımda tren Manchester garına giriyordu bile; şehir hayatı, koşuşturma ve trafik......THY ise havaalanında bekliyordu, sanki herkes beni gerçeğe döndürmek için çalışıyordu, pilot tekerleklerini Atatürk Havaalanı’na indirdiğinde 14 gündür beni hiç de özlememiş olan bir İstanbul vardı karşımda, hiç umurunda değildi hatta; yalnızca on milyon üzerindeki nüfusuna bir kişi daha geldi diye homurdanıyordu şehir. 

Tolga Çeltekligil


28.7.2002, İstanbul

 

Okunma 33488 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 12 Kasım 2011 13:50
Yorum eklemek için giriş yapın