Demavend’ e Doğru İlk Adımlar
2000 Yılının Ekim ayıydı,1 sene önceden planladığım Demavend dağı, gözümde canlanıverdi. Ramazan Bayramı tatili ile birlikte Yılbaşı tatilinin de birleştirilecek olması, bana bu faaliyet için 11 günlük bir zaman tanıyordu.
Bu fikri ODAK(Osmangazi Dağcılık Klubü) ‘tan bir arkadaşla paylaştım. Her ikimizde bu faaliyet için bilgi edinmeye başladık. 2 ay içinde gerek internet, gerekse diğer klüplerden yapmış olduğum, araştırmalar sayesinde elimde epey döküman birikmişti. Tabii, dağın durumunu öğrendikçe, bir takım malzemelerde edinmeye başladım. Bununla beraber, Demavend’ in; 8000’likler diye tabir ettiğimiz büyük dağlara çıkmadan önce, yapılan ciddi bir expedisyon olması da beni bu faaliyete yönelik fizik kondisyon çalışmaları yapmaya yöneltti. Bu faaliyeti mali olarak karşılayacak olan sponsoru da bulduktan sonra, artık geriye sayım başlamıştı.

Demavend Hakkında Kısa Kısa...
Demavend dağı, İran'da kuzeybatı-kuzeydoğu hattı üzerinde, Hazar Denizi ve İran çöllerini birbirinden ayıran 'Alborz' dağlarında yer alıyor. O da, bizim Ağrı dağımız gibi dördüncü jeolojik zamandaki volkanik aktiviteler sonucunda oluşmuş.Bundan dolayıdır ki Dema-Vend (Nefes-Alan) üst kısımlarındaki açığa çıkan sülfür gazından ismini almıştır. Bazı kaynaklara göre, 5671 metre yüksekliğindeki bu dağın ilk tırmanışı 1837 yılında W. T. Thomson tarafından gerçekleştirilmiş. 1989 yılında düzenlenen Türkiye Dağcılık Federasyonu faaliyetinde de, 10 dağcımız bu dağın ilk Türk tırmanışını yapmış. Bu tarihten sonra da Demavend, çeşitli zamanlarda Türk dağcılarının sıklıkla ziyaret ettiği dağlardan biri olmuş.
Gerçekten de, Ağrı (5137m.), Elbruz (5642m.) ve Demavend (5671m.) dağları, yüksek irtifa dağcılığına başlamak ve kış dağcılığı tecrübelerini arttırmak isteyen dağcılar için son derece uygun koşullara sahip. Belirli bir seviyenin üzerine çıkmak isteyen, hemen hemen her Türk dağcısının bir dönem geçtiği bu dağlar, coğrafi yakınlıkları ve ekonomik koşulları nedeniyle de Türk dağcılığı için biçilmiş kaftan gibi.

Ankara-Tahran
Partnerimin klubü ODAK(Osmangazi Dağcılık Klubü), destek için söz vermesine rağmen son gün, bu desteğini çekti. Bu yüzden, partnerim beni yalnız bırakmak zorunda kaldı. Artık faaliyet bir ekip işi, olmaktan çıkmış, solo bir faaliyet havasına bürünmüştü.
22 Aralık *****a günü Ankara terminalinden D.Beyazıt’ a olan yolculuğum başlamış oluyordu. Neyse ki otobüste Ankara’ nın çeşitli üniversitelerinden on kadar dağcı vardı. Bu arkadaşlar, Ağrı Dağı’ na bir etkinlik düzenliyorlardı. 17 saat sonra D.Beyazıt’ a ulaştık. Hava, Ankara’nın aksine soğuk ver sertti.
Orada otobüste tanıştığım, İranlı bir arkadaşla sınıra doğru gidebilmek için başka bir minibüse bindik. Ferhat ile konuştukça, Tübitak’ ta görevli bir elektronik mühendisi olduğunu ve 15 senedir Ankara’ da yaşadığını öğrendim.
O da bayram tatilini memleketini ziyaret için kullanmaya karar vermişti. Ferhat ile tanışmamız bana gerek sınırda gerekse, Tahran’ a kadar yolculuğumuzda büyük kolaylıklar sağladı. 1 saat içinde sınırdaki işlemlerimizi yaptırıp, İran topraklarına ayak basmıştık. Sınır kapısından, 5 dakika mesafede olan Bazargan’ a( Pazar geçidi, bir nevi sınır ticaretinin yapıldığı yerleşim yeri) gittik.
Burada 5-6 kişi üzerime doları İran riyaline çevirmek için adeta saldırdı. Fakat Ferhat bu insanları berteraf etti, ve bana Tahran’ a varana kadar yetecek küçük bir meblağı bozdurama yardım etti. Buradan bir özel araba kiralayarak, epeyce tehlikeli bir seyahattan sonra Tebriz’ e gittik. “Tehlikeli” diyorum, çünkü; İran karayollarında seyahat etmek, Azraille randevulaşmak gibi birşey.
Tebriz hava alanına gidip uçak bileti aldık. Çünkü daha Tahran’a kadar 700 km. lik bir yolumuz vardı. Ve İran’da içhat seferleri çok ucuzdu. Örneğin ben bu yolculuk için 9.500.000 T.L. ödedim. 55 dakikalık bir uçuştan sonra saat 21:00 gibi Tahran’ daydım. Ankara’dan başlayan yolculuğum Tahran’da bir otel odasında 30 saat sonra son buldu. En kötü tarafı da artık Ferhat ile ayrılmamız olmuştu.

Tahran’da İlk Sabah
Otelden dinlenmiş olarak, kendimi Tahran sokaklarına attım. Niyetim birkaç kare çekmek ve artık suyunu çeken paramı dolarları bozdurarak takviye etmekti. Sokakta hangi vatandaşla konuştuysam, dil problemi kendini gösteriyordu. Ya hiç bilmiyorlardı, ya da azeri lehçesi ile cevap veriyorlarda ki; bu daha berrbattı.
İngilizce anlaşmaya çalıştıysam da, bırakın vatandaşları resmi dairelerde bile doğru dürüst anlaşamadım. Umudumu kesmiş bir biçimde otele dönerken sokağın başındaki Tejarat Bank’ a (Ticaret Bank) girdim. Burada İngilizce bilen birisinden yardım aldım. Dolarları sadece Melli Bank’ ta (Milli Bank) bozdurabileceğimi öğrendim.
Soluğu bankada alıp, paramı bozdurmak için görevliden yardım istedim. O da tam istedeğim gibi değişik banknotlarda paramı bozdu. Şunu da itiraf edeyim ki hayatımda ilk kez Pazar günü bankada bir işlem yaptırmıştım. Çünkü elinizde büyük para bulunması demek; alışverişlerde paranın üstünü alamamanız demekti. Sabah bunu öğrenmiştim. Otele dönüp eşyalarımı toplayarak, Tahran-Pars terminaline gitmek için yola çıktım.
Tırmanış Başlıyor...
Burada 4 terminal vardı. Ve benim gideceğim olan Ab-ı Aks minibüsleri buradan kalkıyordu. Poloumon a giden bir minibüse bindim, yanına oturduğum rütbeli bir subay ile yarı Türkçe yarı İngilizce koyu bir muhabbete daldık. Onun Azeri asıllı bir asteğmen olduğunu ve benimle birlikte Reyne köyüne kadar eşlik edeceğini söyledi. Ayrıca Behnam’ dan; Tahran’a döndüğümde görüşmek için telefon ve söz aldım. Yolda Ab-ı Aks nehrinin güzel görüntüleri ve buz üzerinde dans eden otomobilleri seyrederek, 2 saat süren bir yolculuktan sonra Poloumon’ da indik. Buradan 2000 rakımlı Reyne’ye rampa yukarı vurarak bir otomobilin yardımıyla ulaştık. Köyde dağcılık federasyonu yetkilisi Reza Faramarzpour ile tanıştım, o da bana federasyon evinde kalabileceğim sıcak bir oda temin etti.
Burada hertürlü konfora ve lükse sahiptim. Gecenin ilerleyen saatlerinde çay eşliğinde Reza bey ile İngilizce anlaşıp sohbet ettik. Öğrendim ki; Reza bey o köyün Sport Teacher’ i (beden eğitimi öğretmeni) imiş. Bana dağla ilgili bir takım bilgiler vermeye başladığında iyice kötümser olmaya başladım. Çünkü; 5 gün evvel gelen bir Fransız dağcı henüz dönmemişti. Ve havanın son 20 gündür berbat olduğunu söyledi. Bana dikkatli olmamı ve risk almamı defalarca söyleyerek uyardı. Onu korkutan solo bir tırmanış olmasıydı. Ertesi gün (25 Aralık Pazartesi) saat 08:00’de buluşmak üzere ayrıldı, dağevinden. Sabah erkenden bir Range Rover ile karlı yollardan beni götürebildiği yere kadar götürdü.
Ve dümdüz gidersem Guswensera mescidine ulaşabileceğimi söyledi. Bende onun gösterdiği istikamette saat 9:05 gibi tırmanmaya başladım. Yer yer dizlerime kadar gelen kar ve hafıf rüzgar beni zorlasa da, epeyce yol katetmiştim. Fakat bir türlü mescidin izine rastlayamamıştım.

Birazcık harita üzerinde navigasyon yaparak sola doğru tırmanmaya başladım, ve yarım saat sonra mescidin flamalarını gördüm. Mescide (3100) ulaştığımda saat yaklaşık olarak 13:00 gibiydi. Henüz Demavend bana yüzünü göstermemişti. İçeriye girdim; biraz çevre düzenlemesi ve birazda gece su ihtiyacım için kar stoğu yaptıktan sonra, öğle yemeği ve çayı hazırlamaya başladım. Artık yapayalnızdım. Mescidde belki Fransız dağcıyı bulabilme umudum da suya düşmüştü, kimbilir belkide Salı günkü çıkmayı planladığım Third Shelter da karşılaşacaktık. Gece sessiz sedasız geçerken, birden çantamdaki kıpırtılarla uyandım, ve 1-2 fare tarafından erzaklarıma saldırıldığını farkettim. Neyse ki zaiyat çok değildi. Sabah saat 7 gibi kahvaltımı yapıp mescidin dışına çıktığımda, O; bütün güzelliğiyle karşımda beni bekliyordu.
Heyecanla yürüyüşe başladım. Bir gün evvelden kaybettiğim batonum yüzünden tek taraflı destekle yürüyordum. Çantam yaklaşık olarak 23 kilo civarıydı, karlı zeminde epeyce beni zorluyordu. Rotamı, bana daha önce Sloven kayakçıların maillerinde tarif ettiği gibi belirledim. Saatler geçtikçe yorgunluğum daha da artıyordu. Buna ek olarak rotanın çok dik ve kayalık olması beni iyice yormuştu. Tabii kötü haberler bununla da bitmiyordu saat 15:00 civarı şiddetli tipi ve sis artık 20 metre ötemi seçemez hale getirmişti.
Hava iyice soğumuş, ve yaklaşık olarak –15 C’ ı bulmuştu. Shelter buralarda biryerde olmalı diye düşünüyordum, birden bire havanın anlık bir açmasından faydalanarak, 200m aşağımda bir kayanın üzerinde Farsça yazılar gördüm. İrtifa kaybedip oraya indim ve Shelter’ ı buldum. Saat 16:00 idi ve ben 9 saattir tırmanıyordum. 2 saat kadar fazla süren bu tırmanışın tek sorumlusu sloven kayakçıların yalnış rotasıydı. Bir sene evvel ORDOSK( Ortadoğu Doğa Sporları Klubü)’ un shelteri bulamayıp 20m yakınında çadır kurduklarını ve sabahleyin olayı farkettiklerinde çok şaşırdıklarını duymuştum. Onlara göre daha şanslıydım.
En azından buna şükredip, kendimi bitmiş bir vaziyette shelter’a attım(4200). İçerisi sanki dışarıdan daha soğuktu. Çelik galvanizden tavanı desteklenmiş, bu silindirik yapı adeta bir morgu andırıyordu. Korktuğum başıma gelmiş, burada da Fransız dağcıyla karşılaşmamıştım. Moralimi bozmamak için daha fazla bunu düşünmedim. Yemeğimi yapıp sıcak sıvı depolamaya başladım. Saat 22:00 yi gösterdiğinde içeride hava –30’i gösteriyordu, ve kulakları sağır eden tipinin uğultusu insanın uykusunu kaçırıyordu. Gece boyunca 7 litre sıvı tüketmiştim.
Daha fazla uyumak için şansımı zorlamadım. Saat 03:00 gibi kahvaltımı biraz güçlü yaptım. Çünkü 27 Aralık Çarşamba, hava güzel olursa zirve tırmanışının yapılacağı gündü.Saat 04:00 gibi shelterdan dışarı çıktım. Hava açıktı ve yıldızlar kolaylıkla sayılabiliyordu. Fırtına da dinmişti. Çantama zirve tırmanışı için termosumu, ilk yardım kitimi, fotoğraf makinamı, ve tulumumu alarak yola koyuldum. Gece olmasına rağmen karın verdiği aydınlatma ile rahatlıkla rotayı seçebiliyordum. Sağa bakan hilal şeklindeki sırttan ilerliyordum.
Yeryer kaya bulunan bu sırtta, kimi zaman belime kadar kara saplanıp, kazmanın yardımıyla çıkıyordum. Güneş doğmaya başladığında yoğun bir şekilde sülfür gazını ciğerlerimde hissetmeye başlamıştım. Adımlarımı dahada hızlandırdım ve bu gazdan korunmak için maske taktım. Yaklaşık olarak 5300m civarındaki bu bölüm 150-200m devam etti. Zirveye çok az kaldığını biliyordum. Bu şevkle biraz daha hızlandım. Fakat rüzgarın etkisi hızlandıkça, beni iyiden iyiye savurmaya başlamıştı. Yarım saat daha mücadeleden sonra, saat tam 8:10 da zirveye ulaşmıştım.(5671m) Zirveden kuzeye baktığımda adeta büyülenmiştim.
Ayaklarımın altında muhteşem güzelliğiyle Hazar denizi yatıyordu. Bir müddet seyrettim. Bu güzelliği ölümsüzleştirmek için makinamı çıkardım. Fakat şok geçirdim, çünkü makinamdaki poz bitmişti. Alelacele yeni poz takmak için kuytu bir yer aramaya başladım. Volkanik bir dağ olduğu için bir kaya kütlesinin arasına sığındım. Rüzgar öylesine şiddetli esiyordu ki. Filmi, makinanın haznesine bir türlü yerleştirememiştim. 5-6 dakika bununla uğraştıysam da ellerimin donmak üzere olduğunu farkedince bırakmak durumunda kaldım. Neyse ki 100 m aşağıda aldığım birkaç poz beni teselli etti. Hemen inişe başladım.
Güneş artık kendini iyice göstermiş, ve kar üzerinde ki yansımaları insanı kör eder hale getirmişti. 2.5 saatlik bir yürüyüşten sonra, sheltera indim. Kalan eşyalarımı hemencecik toplayarak, terim soğumadan hızla Mescidin yolunu tuttum. Bir gün önceden yağan karın etkisiyle, kar kalınlığı epeyce artmıştı. Zaman zaman belime kadar gömülüp, yürümeye devam ettim. Saat 12:00 gibi mescidin üzerine geldim. Aşağı baktığımda fosforlu kıyafetiyle bir insanı farkettim. Olanca gücümle bağırmaya başladım. 3 gündür gördüğüm tek insandı. Koşar bir vaziyette karların içine batarak mescide gittim. Dağcı ile biraz sohbet ettik, kendisi İranlı 60 yaşında bir dağcıydı. Ve 20 gündür buralarda kamp kuruyormuş. Beni sabahtan beri mescidden izlediğini, ve geri dönmek için arkadaş olup olamayacağımı sordu. Bende çok yorgun olmama rağmen bu nazik teklifi kırmadım.
Fakat mecburi bir anlaşma yaptık; buna göre o yaşlı olduğu için ben onun arkasından yürüyecektim. Benimde işime gelmişti. Epeyce konuşarak 3 gün önce Reza öğretmenin beni bıraktığı yola kadar yürüdük. Artık kar etkisini yitirmişti. Asfalt yolda bir vasıta buluruz umuduyla yol almaya başladık. Köye 5-10 dakikalık mesafede bir özel oto bizi aldı, ve Reyne’ ye kadar götürdü. Saat 16:00’ yı gösteriyordu. Bu da benim 12 saattir, yollarda olduğum anlamına geliyordu. 5671m’ den birden bire 2000m’ ye inivermek aynı gün içinde epeyce tatlı bir yorgunluk vermişti bana. Federasyon yetkilisi Reza Tahran’a gitmişti. Onun yerine bana kardeşi, Hassan yardım etti. Faaliyetimin geniş bir raporunu dinledikten sonra, zirveye shelterdan 4 saat 10 dakika gibi bir sürede ulaştığımı öğrenince daha da şaşırdı. Çünkü kendisi 200 defa bu dağa tırmanmasına rağmen 5 saatin altına inmemişti.
Sonra zirve defterini bana uzattı. İşin en keyifli tarafına gelmiştim. Birşeyler karalayıp imzaladım. Hassan elindeki kayıtları inceledikten sonra, bana; “Türkiye’den kışın yapılan ilk solo tırmanışı” gerçekleştirdiğimi müjdeledi. Bir taşla iki kuş vurmuştum. Sevincim ikiye katlandı.
Tahran’a dönüş ve Tahran izlenimleri
Sabah erkenden Poloumon’a indim ve oradan içerisinde üç gencin olduğu bir otomobili durdurdum. Tahran’ a kadar beraber yola koyulduk. Aşırı hız ve dikkatsizlik beni tedirgin ediyordu ki; bir tünelin içinde araba kendi etrafında kayarak dönmeye başladı. Karşıdan gelen otobüsün bize nezaman çarpacağını bekleyerek, gözlerimi yumdum. 2 saniye sonra 3-4 çember çizmiş olarak otobüsün tam önünde duruverdik. Neyseki otobüs durmuştu ve bizi beklemişti. İran maceralarıma birde buzda bale de eklenmişti. Yüreğim ağzımda bir vaziyette, Tahran’ a vardık.
Hemen otelin yolunu tuttum. Reyne’ ye giderken minibüste tanıştığım Behnam’ ım amcasının oteline gidip, buradan Behnam ile irtibata geçtim. Behnam 3 saate kadar otele gelebileceğini ve beklememi söyledi. Ben de bu sırada bütün yorgunluğumu sıcak bir duşla atıp, meşhur gül kokulu çaylarından yudumlamaya başladım. Behnam ve nişanlısı Nergis hanımla şehri turlamaya başladık. İnsanlar hiçde beklediğim gibi çıkmamıştı.
Özellikle kadınlar yarı tesettürlü ve bol makyajlı yüzleriyle beni şaşırtmıştı doğrusu. Birde gençler de müthiş bir amerikan taklitçiliği ve metal müziğe olan hayranlık, beni daha da şaşırtan unsur oldu. Sokakların epeyce ışıklı ve kalabaklı oluşu da şehre güzel bir hava katmıştı. Caddelerin her iki kenarında yaklaşık 2.5m genişliğinde berrak su akan kanallar var, içlerine çok sık çınar ağaçları dikilmiş. İnsanlar caddelerde, alışveriş merkezlerinde, her yer çok hareketli. Bazı caddeler bana İstanbul'u hatırlatıyor. Fakat Tahran’ da çoğu yerde trafik ışığının olmaması olan yerlerde de uyulmaması, bir kavşakta 10 farklı yönden arabanın hareket etmesine sebebiyet veriyor.
Bu anlamda İstanbul’ un trafiği gül suyu. Behnam ve Nergis ile bir sonraki gün buluşmak üzere vedalaştık. 29 Aralık *****a sabahı, erkenden kalkıp şehrin birde sabahki durumunu gözlemek için yollara koyuldum. Düne göre sokaklar bomboştu. Çok geçmeden bunun sebebinin; şehirde *****a namazı ve Futbol derbisi için yapılan güvenlik önlemlerinin olduğunu öğrendim. Etraftaki dükkanları incelemeye koyuldum, ve neredeyse bir caddenin 800 metre boyunca baştan başa kitapçılarla dolu olduğunu gördüm. Girdiğim işhanları bile sadece kitapçılardan oluşuyordu. İçlerine girip kitaplarını incelediğimde, neredeyse çoğu bilim kitabının Farsça’ ya çevrildiğini farkettim. İnsanların bu dükkanlara ilgisi de çoktu.
Sadece National Geographic dergisinin arşivinin olduğu bir dükkanı görünce ağzım açık kaldı. Fiyatlarında cazip oluşu beni hemen birkaç İngilizce sözlük ve kitap almaya itti. Doğrusu, kitap merakları takdir edilecek düzeydeydi. Tekrar otele dönüp Behnam’ ı bekledim. Behnam beni şehrin diğer kültürel mekanlarını gezdirdi, Bunların arasında tiyatro ve sinemalar da bulunyordu. Fakat sinemalar sadece İran filmlerini oynatıyordu. Hollywood filmleri amborgoluydu. Tiyatro da ise genelde devlet politikalarını anlatan ve öven oyunların oynandığını öğrendim!. Şehrin en lüks restoranında üç kişi çok güzel bir yemek yiyip, 11.000.000 gibi bir fatura ödeyince, bu şehri biraz daha sevdim.
*****artesi Türkiye’ ye dönmek için bir otobüs firmasından bilet temin ettim. Bana iki gün şehri gezdiren ve yardım eden dostlarımdan içim burkularak ayrıldım. *****artesi günü saat 14:30 da hareketimiz başladı. Uzun ve sıkıcı bir yolculuktan sonra nihayet Ankara’ ya vardım. Ardımda çok güzel bir başarı ve anılara sahip olarak Eskişehir’ in yolunu tutmuştum.
Sedat TELÇEKEN
e-posta: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.