Cuma, 17 Şubat 2006 22:08

Bu hikayenin ismi "kıymık" olsun...

Yazan
Öğeyi Oyla
(0 oy)

Bizim İbrahim Ersayman yine Kalite Güvence Müdürü olarak Hun Çimento’ya transfer olmuş. Biz de nasıl olduysa kendisini yeni işyerinde ziyarete gitmişiz. İbrahim Bey bizi kapılarda karşılıyor. Odasına giriyoruz: Maşaallah saray gibi döşenmiş. Karamelli çikolatalı kapuçino söylüyor bize. Ayaklarını da masanın üzerine atıyor. 
- “Yakışır valla, hayırlı olsun yeni işyerin İbrahim Bey” diyorum gülümseyerek. O andan sonra konuşulanlar birbirine giriyor:
- Adana’da bizim mahallede Cesi diye bir köpek vardı. Çok severdim. Bir gün araba çarptı, mevta oldu...
- Her mahallede Cesi isminde bir köpek olması lazım... 
- Ne o leb demeden leblebiyi anlıyorsun bakıyorum hah hah ha...
- “Doktor İbrahim Ersayman, Doktor İbrahim Ersayman Lojistik Bölümünde bekleniyorsunuz...” “This is last announcement, this is last announcement” şeklinde peşpeşe yapılan anonslar duyuyorum...

Uyanıyorum birdenbire, terlemişim. İbrahim Ersayman diye söyleniyorum nereden de girdin rüyama. Neyseki “dangıl takımından” iyidir diye düşünüyorum. Üstümdeki pijamayı değiştiriyorum, sırılsıklam olmuş. Evliyken kayın valide rolündeki cadoloz hediye etmişti bu ipekten pijamayı. Nerden de hatırlıyorum bu talihsiz ayrıntıyı. Çöpe mi atsam diye düşünüyorum pijamayı, vazgeçiyorum. Saat sabahın beşi olsa gerek diye düşünüyorum. Altıyı çeyrek geçiyormuş. Hadi daha fazla uyumayayım diye düşünüyorum. Gözüm masanın üzerini tarıyor. Sırasını bekleyen müzik CD’leri dolu masa. Hiç bir CD’nin hakkı kalmasın diye bunları sıraya dizmişim rastgele ve sırayla çalıyorum iyi mi. Bir sabah Haendel’in su müziği, bir akşam “Clash”. Bir Cumartesi ikindisi Neşet Ertaş. Bu sabah ta  Mikis Teodarakis düşüyor şansıma. İyi diyorum, ruh halime de uygun hani. Sabah sabah kendimi iyi hissediyorum, dincim, kafa berrak. Az biraz kaygılar var ama her zamankinden çok değil. Bol özlem var geçmişe, bugüne, geleceğe dair. Ah ah 270 kere ah...
 
“Mikis, biz kimis, söyle hadi söyle sosyete kim...” Hiç bir komşumu tanımadığımı düşünüyorum traş olurken.  Bunca zaman içinde bir tek üst çapraz dairede küçük köpeğiyle oturan eczacı kızı farkettiğimi teslim ediyorum kendi kendime. “Hoş ve zavallı” bir kız. Minik köpeğine sarılarak uyuduğuna eminim. Hafta içi her sabah saat yediyi çeyrek geçe kapısını açar ve köpeğinin ince tiz havlama sesleri arasında işine gider. O anlarda, mesela şu anda çaldığım müziği duyuyor mudur acaba. Duysun diye CD çaların “volume” düğmesini yüzde otuza kadar açıyorum zaten. Alt kattaki kadının ise müzik sesinden rahatsız olmayacağını; çünkü daha erken saatlerde evden çıktığını düşünüyorum nedense. Belki de asıl oturduğu ev değildir; “garsoniyerdir”. Binanın yarısından fazlasının öyle olduğuna eminim. Bir oda, bir de mutfakla bir salon; stüdyo tipi evler bu tip işler için ideal tabi. Çok da kınamıyorum zaten. Sadece ezbere yaşıyorlar diye kızıyorum içimden.

Traş olurken jiletle yüzümde iki yıldan beri arz-ı endam eden siğilleri teğet geçmeye çalışıyorum. Banyodaki gömme lamba patlamış. Hırdavatçıda bulunuyor sadece bu tip lambalar ve bir yıldır ben bu yanık lambayı değiştirmeye üşeniyorum. Bu sebeple 60’lık sarı bir lambanın kifayetsiz ışığında traş oluyorum. Traşın son bölümünde yatak odasındaki boy aynasında yüzümdeki detayları inceliyorum ve tek tük kalmış sakalları Türk Malı jiletle alıyorum. Yerli malı kullanıyorum diye kendi çapımda mutlu oluyorum işte ne yaparsınız. Yatak odasının penceresinde Galatasarayın renklerinde bir sarı bir de kırmızı tül perde var sadece. Kendi kayacı içerisinde takılıp kaldığı için pencerenin kepenklerini tam olarak indirememiştim. Bu durumda penceremin alt kısmında kalan açıklıktan karşı binadan biri şu anda tesadüfen beni izliyor olabilir mi diye kuşkuya kapılıyorum her sabah. Çünkü yatak odasının ışığını aralıklarla da olsa yakmak zorunda kalıyorum.

Kahvaltı yapıyorum. Ekmek arası Çerkez peynirinden tost, kırmızı biberli yeşil zeytin ve kaçak çay. Asistanım Orhan sağolsun. Antepten getiriyor çayı ve isotu.

İşe geliyorum on dakikalık bir yolculuktan sonra. Kiraladığım evleri hep çalıştığım yerlere yakın tercih ettim: Büyük kolaylık. Taksim’e biraz 50 km, o kadar. Başka mahzuru yok bu durumun. İşyerinde her sabahki gibi Birgün gazetesini yayıyorum masama ve okumaya başlıyorum. İran’la alakalı haberleri özel bir ilgiyle okuyorum, bir de Galatasarayla alakalı olanları tabi. Kuş Gribi, deli dana, (asabi balık,) global iklim değişimi... “Bugün 14 şubat Sevgililer Günü” minvalinde bir haber okuyorum. Kendi sevgilimin ikinci yılımızın sonunda nasıl “partner” haline geldiğini düşünüyorum acıyla. “Para para, sensin bu dünyayı yapan kapkara...” diye sürüp giden bir çocuk piyesi ara manzumesi yazmalı ve bunu da her akşam okuldan eve gitmeden önce saygı duruşu eşliğinde okutmalı çocuklara diye düşünüyorum. Gazal’ın İran’da olmasından ötürü bir tür memnuniyet hissini duyumsamaktan kendimi alamıyorum. Şimdi sevgililer günü filan uğraş dur. Çekilecek dert değil doğrusu...

Bilgisayarı açıyorum. Gazal’a klasik bir Sevgililer Günü mesajı yazıyorum ve yolluyorum. Sonra ODTÜ İstanbul Edebiyat Kulubü üyesi arkadaşların mesajlarını okuyorum. Hımmm bugün Dünya Hikaye Günüymüş ve bir kutlama gecesi varmış akşama Fransız Kültür Merkezinde. Önce 50 km yol gözümde büyüyor. Sonra yüzümdeki siğiller için Florya’daki hastaneye de uğrayabileceğimi düşünüyorum. Bir de Hikaye Günü Kutlaması sonrası Lambaz’daki “Efkar Partisine” gidersem uzun yolu kat etme verimliğini üçle çarpmış olacağımı düşünüyorum. Bu plan aklıma yatıyor ve anında uygulamaya geçiyorum.

Florya’daki hastanede Dermatoloji Bölümünden 17:40 için randevu aldırıyorum Ayşıl’a. Bu hesapla saat 19:00’daki Kutlama Gecesine de zamanında yetişirim her halde. Lambaz’a rezervasyon yaptırmaya gerek yok: Şaane...

17:10’da yola çıkıyorum. Yolda “Jetro Tull” dinliyorum. Hastaneden arayıp Doktor Hanım’ın 20 dakika kadar gecikeceğini haber veriyorlar. Ben de 10 dakika geç kaldığıma göre mesele yok. Hastanenin Otoparkına arabayı bırakıyorum. Hastanede kaydımı yaptırıyorum. O da ne Semiha Hanım bana el sallamıyor mu. Kendisi iş yerinden arkadaşım. Sızlanarak yanıma geliyor. 
- “Fıtık olmuşum” diyor. 
- “Yazık sana” diyorum. 
Her zamanki gibi yüzünü buruşturuyor ve dertlerini anlatmaya başlıyor. Neden sonra, 
       -  “Bana bir herif bulamadın” diyor.
“Haklısın valla. Yoğise ne fayda.” diyorum. Sen de bana bir kız bulamadın. “Yaş mıda mı kuru mu Şengül Hamamı. Fakat tavşan beli aşmamak gerekir. Cemaate karışmak gerekir. Sokma akıldan akıl olmaz. Ben buyum artıkın merabayın, söyle daha senin için ne yapayım...” diyorum demiyorum.
- “Ayhan Öztürk” diye sesleniyor hemşire. 
Bu boğucu diyalogdan yırttığımı farkederek ferahlıyorum bir lahza. Semiha’yı dışarıda bırakarak dalıyorum Dr.Serpil Çekiç’in muayenehanesine.
- “Şikayetiniz neydi (bu şirin mi şirin Sevgililer Gününde)” diyor yumuşak bir ifadeyle. 
- “Yüzümde siğil vardı da (aşkta ortaklık olmaz ki) diyorum ve anlatmaya başlıyorum. (Girme gönlüme, girme ömrüme, ne dertliymiş bu diyeceksen). İki yıl önce başladı bu meret önce cenital bölgede. Tanırsınız belki meşhur Dr. Mustafa Keşgül’ün yine bir doktor arkadaşı vardı Hırvat Hastanesinde. Çok iyi bir hanımdı adını anımsayamayacağım. O bu siğilleri cımbız gibi bir aletle çektiydi. Sorun o vakit bittiydi. Fakat bana “dikkat edin, yüzünüze sıçrayabilir” dediydi. Nitekim bir sene önce yüzümün traş bölgesinde nüksetti bu musibet. Ben de sizin hastaneden Prof. Dr.Burhan Bey’e geldim. Bana çok pahalı bir ithal solüsyon ile Rockyear  firmasının yine pahalı bir ilacını vermişti. Eczaneden aldıktan sonra bu ilacın prospektusunu okudum. Seksüel istek dahil pek çok fonksiyona menfi yönde tesir etme ihtimalinden bahsediyordu. İlacı hemen çöpe attım tabiki. Solüsyon da kifayet etmedi. İki ay sonra Balıkçılar Hastanesinde Doçent Dr. Şavkı Hanım’a gittim. O da  haftalar boyunca yüzümde buzla yakma işlemi gerçekleştirdi. Az kalsın zatürre olup erken göçecektim bu zalim dünyadan. Bir netice alamadım tabi ki. Bir kaç ay sonra ise Acı Kavun Hastanesinden Uzman Dr. Özhan Bey’e gittim. Tavuk tüyü yakar gibi yaktı beni. Önce yokolur gibi olduysa da üç ay sonra tekrar buldu bu dert beni. Bu arada gittiğim diş doktoru hanıma babaannemin bir hikayesini anlattım anlar derdimden deyu: “Ben küçükken yazları köyümüzün yaylasında tahta çatma kulubelerde kalırdık. Yaylanın ortasında geçen Boklu Derenin suları kurumaya yüz tutunca “kepçen balık” dediğimiz kurbağa yavruları her Allahın günü ıslak toprağın üzerinde ölmemek için çırpınıp dururlardı. Biz de onları avucumuzun içine alıp sayıları iyice azalmış olan su birikintilerine götürüp bir süre daha yaşamalarını sağlardık. Fakat gel gör ki bir kaç gün sonra bir de bakardık ki elimizde siğiller çıkmış. Babaanne yaylamızda bolca bulunan ağu otu isimli bitkinin sütümsü öz sıvısını çıkartır elimize sürerdi. Bir kaç gün sonra elimizde siğil filan kalmazdı. Şimdiki endüstriyel ilaçlar ne yazık ki aynı iyileştirme gücüne sahip değiller...” Bu tiradı dinleyen diş doktoru hanım beni bir azarladı bir azarladı sormayın. Neymiş gidip muska yaptırsaymışım. Bilime inanmıyor muymuşum. Dedim ki: “Evet böyle bilime inanmıyorum. Doğru, “insanlar” var. Bir de havada uçuşan “ruh” var. Dağın taşın bile ruhu var. Keşke beni ruhsuz hekimlere emanet etmeseydin ey Türkiye bilimi...”  
     Nihayetinde size geldim Serpil Hanım. Eminim siz derdime çare bulacaksınız. Bu arada Beylikdüzünde oturan bir akrabanız var mı?
- Hayır yok.
- Çok yazık. Bir arkadaşıma o kadar çok benziyorsunuz ki.
- Doğru söylüyorsunuz. Dünya küçüktür derler.
- Elbette küçüktür. (Yoksa nerden çatardık birbirimize...)
Neyse bu verimkar diyalog sonrası Serpil Çekiç Hanımefendi bana iki krem, bir de bağışıklık arttırıcı kür verdikten sonra kendi kendime dedim ki: Sen nelere kadirsin Ya Ali (medet mürvet ya Ali, yetiş imdadıma ya Ali...)

Arabaya atladığım gibi Taksim’in yolunu tuttum. Fransız Kültür Merkezine vardığımda saat 19:30’u gösteriyordu. Yarım saat geç kalmıştım. Hart diye Dünya Hikaye Gününün kutlandığı salona daldım. Bir çok yüz bana çevrildi. Kim gelmiş edasıyla baktılar bir süre. Ünlü birisi olmadığımı anlayınca tekrar sahneye döndü tüm bu soluk yüzler. Hava soğuk olduğu için millet kalın paltosunu, montunu yanındaki koltuğa koymuştu. Sessiz olmaya çalışarak kendime uygun bir yer buldum ve konuşlandım. Sahnede ise ünlü kadın tiyatrocumuz Gülten Tunca elindeki kağıtlardan bir takım pasajları ruhsuzca okuyordu. Sesini kah alçaltıyor, kah yükseltiyor sözde teatral bir hava yaratıyordu salonda. Tiyatro denen şey eğer buysa ey cemaat-i hikayeün, pek salakça bir şey. Bir takım herifler ve kadınlar sahnede baştan sona rol kesip duruyorlar. Kestikleri rol üzerlerinden akıyor. Sahicilik oranı ise sıfıra yakın. Oysa oyunculuk gerçekle rol arasındaki mesafeyi bertaraf etmektir değil mi. Bu ünlü kadın tiyatrocumuz da kendine aşırı güvenli havalarda sahnenin bir orasında bir burasında dolanıp duruyor. Bir ara Nezihe Meriç’in “...yanarım, dumanım tüter...” isimli hikayesini okudu kağıtlardan. Bayılttı beni. Dumura uğrattı. Neden sonra sahneye edebiyat eleştirmeni Şavkı Karamercek Hanımefendiyi davet etti. Bu arkadaş da kafadan elindeki kağıtlara müracaat etti. Üstelik Tevfik Fikret’in bazı yazılarında kullandığı takma ismi en az beş-altı defa Ahmet Cemal diye terennüm etti. Önlerde oturanlardan birisi “Ahmet Cemil” diye uyarınca da “heyecenımdan, mazur görün” diye özür diledi. Yerine oturdu. Tam da “oh be kurtuldum” diyecekken birden farkettim ki yanımda oturan güzellik muskası kadın burnunu çekip duruyor. Yüzüne ters ters baktım. Neden sonra kapı ağzında öylecene bekleyen Şehr-i İstanbul Derneği Başkanı Atik Tufa’ya el işareti yaptım gel yandaki koltuğa otur diye. Yok yok rahatsız olma anlamında bir hareketle cevap verdi bana. Pandomim sanatı sayesinde yandaki koltuğun üzerindeki kalın montların alınabileceğini ve kendisinin de oturabileceğini anlattım. Nihayetinde ikna oldu da benim bir yana geçmem sonrasında burnunu çeken kadınla aramda boşalan benim biraz önce oturduğum koltuğa oturdu. Böylece burun çekme sesinden kurtulmuş oldum. Yoksa ne diye pandomim filan yapma gereği duyayım ki; herif ister otursun ister dikilsin bana ne. Zaten Atik Beyefendi de kutlamanın finalinde arz-ı endam edeceği önceden duyurulan şu dansçı kızın hatırına gelmiş bu mutena geceye. Menfaat dünyası vesselam. Neyse sahnede Güven Turan dışındaki konuşmacılarda aşırı bir  müsamere sendromu sürdü gitti. Güven Turan ise Samuel Beckett’in hayatını ve sanat anlayışını çok iyi anlattı. Beckett edebiyatçı zevatından hep uzak dururmuş. Kendi ismiyle anılan “Godot’u Beklerken” isimli piyesinden de nefret edermiş. Nobel Edebiyat Ödülünü kazandıktan sonra bütün gazeteci ve televizyoncu tayfası aylarca bu ünlü edebiyatçıyı arayıp durmuşlar. Adam İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Amerika’da; hiç bir yerde yok. Üç dört ay sonra Cezayir’de ortaya çıkıyor Beckett. Herhangi bir demeç vermeyi de reddediyor. Adam hem koyu katolik hem de ateistmiş. Hem toplumsal gerçekçi, hem sürrealist, hem de post modern sayılabilecek farklı tarzlarda eserler vermiş. Bu faydalı konuşma sonrasında Ahmet Sonsal’ın (yine kağıttan) okuması esnasında salonu terkettim. Merdivenleri çıkarken söylendim durdum: “Ne diye kağıttan okuyup durursunuz bre kabiliyetsizler. Aklınızdan geçen elle tutulur bir fikir yok mudur ki salona bakarak konuşmazsınız.” İstiklal Caddesine kapağı zor attım...

Sabah planladığım gibi gecenin uğranılacak son mekanı Lambaz’a uzadım. Malum 14 şubat sevgililer günü sebebiyle barlarını “yalnız kalplere” tahsis etmişler bu gece. Çift olarak gelmek yasakmış. Yaptıkları organizasyonun ismini de “Efkar Partisi” olarak belirlemişler. Bu yıl da bilmem kaçıncı defa bu partiyi eda edeceklermiş. Merak saikiyle girdim içeri tabi. Baktım masaların çoğu dolu. Ben de barda ayakta konuşlandım öylece muhkem. Bir masada örneğin; altı kızdan oluşan bir arkadaş grubu oturuyor. Bardaki popülasyonun çoğu kız. Baktım yeni yetme bir DJ sırayla Sezen Aksu ve şürekasından şarkılar çalmaya devam ediyor. Nasıl olduysa bir ara Ahmet Kaya şarkısı çaldılar da önümdeki birayı gönül rahatlığıyla fondipleyebildim. Altılı masada hoş bir kız var ve sürekli kesik atıyor ama bir şeylerin eksikliği sarı saçlarının altındaki kırmızı rujlu dudaklardan sessizce bağırıp duruyor. Bir tür “çiğ köfteyiz biz, tavana zıplat bizi” havası beni rahatsız ediyor. Sol dirseğim barın siyah boyalı büfesine dayalı. Sol bacağım sabit. Sağ ayağım makas. Vücut yere seksen derece açılı, sağ elimle biraları ufaktan dipliyorum. Yüzümde zaman ve mekanın teorideki konseptine uyumlu, kendinden emin, zorlama tarafı olmayan bir tür “efkar” ifadesi. Uzaklara doğru bakıyorum. Arada bir şef garsonu uyarıyorum. Orhan, Müslüm, Hakkı Bulut; en azından bir Erkin Koray şarkısı çaldırsın diye. Bizimki “tamam abi” diyor. Onsekizini zar zor geçmiş geçememiş yaşlardaki DJ’lere bir şeyler söylüyor. O andan itibaren tembihlediğimin tam tersine; her geçen dakika şarkıların içindeki keman, ud, viyolensel, kanun sesleri azalmaya başlıyor. Bu arada ortalarda patron edasıyla dolaşan purolu semirik tosuncukların görüntüsü de keyfimi iyice kaçırıyor. Saat 23:00’den sonra ise mekan üçüncü sınıf bir pavyon pejmürdeliğine bürünüveriyor. Gürültülü bir Türkçe tekno müzik eşliğinde geniş kalçalı, ablak suratlı çirkin kızlar ve sivilceli erkekler pistde hep beraber göbek atmaya başlıyorlar. Efkarımın da içine edilmiş oluyor. Beş-on dakikalık fazladan bir gözlem sonrası kendimi sokağa zor atıyorum...

Arabada gaza biraz daha fazla basıyorum ve otuz beş-kırk dakika sonra eve ulaşıyorum. Günün tahlilini yapıyorum kafamda. Koskoca bir boşluk, sıkıntı, daralma, çabalama.

İşte gülüşümün solgun yüzü: Artık ne bir hatıranın sonrasında ümit var, ne de sığınılacak bir yer! 
Hep boşuna...

sana yeşil bir ilkbahar gönderdim 
onu bir ömür gibi defterinin arasında sakla 
nasıl ama; önce griler gökyüzünü kapladı değil mi
şarkılar, bıraktığım yerde değildi 
herkesin yüzü beyazdır artık,  
topraktır biraz 
kireç yeşile karışmış durur rüyanızda
bir mavi yaz öğle üzeri boğazı aşın benim için...

Adnan Türkoğlu - 17 Şubat 2006, İstanbul

Okunma 20106 defa
Bu kategoriden diğerleri: « Hayal Hatası DEDEM BANA DER BERI BAK »
Yorum eklemek için giriş yapın