Katılımcılar :
Uğur Biryol
Hülya Erşah
Kaan Kurt
Nevin Şahinbeyoğlu
Alpay Oğuş
Osman Temizel

Mollaveys. Gümbür gümbür akan Fırtına deresinin hemen yanında çim bir düzlüğe kurduk çadırları. Piknik yapmakta olan insanlar da yiyemedikleri belki 2 kiloya yakın eti, fazla ekmek ve domatesi bize bıraktılar. Oh yakılsın mangallar. Henüz hak etmediğimiz bir yemekti ama doya doya yedik o akşam. Uğur Alpay didişmeleri de başlamış oldu böylece. Biraz gümbür gümbür de olsa iyi bir uyku uyudum sayılır.

Yolumuzun üstünde durduk ve Palovit şelalesine yürüdük. Eskiden araç yolu da varmış şelaleye giden ancak fırtınada yol yıkılmış. Bazı yerlerden yürüyerek geçebilmek için kütüklerden yol yapılmış. Yaklaştıkça şelalenin sesi gümbür gümbür çağladı. Yolda köylüler geçen araca seslendiler, ekmek istediler. Düşündüm de burda işler böyle hakkaten. Bizse kapıya astığımız poşetlerin içine ekmek ve gazete yazıyoruz. Çat’ta kahvaltı için durduk. Sonra da yola devam. Verçenik’e geldiğimizde gözlerime inanamadım. Derme çatma bir iki ev. Ağaçlar çoktan aşağıda kalmış kurak, taşlık bir alandayız. Otların arasında beyaz çiçekler. Vargitmiş isimleri. Çiçekler çıkınca yayladan varma gitme zamanıymış. Birbirimize balkıyoruz anlamlı anlamlı, geç mi kaldık diye. Sis bastı bir anda. Çadırları kurup bekledik sisi, dağılırsa yürüyüş yapabilir, atlı göl, kapılı göllere gidebilirdik. Sis dağılmadı ne yazık ki.


Kampa geri döndük, kahvaltı ve toparlanmadan sonra, yürüyüş rotasına bakınca ikinci sınavım geldi dedim. Henüz iyileşmiş bir diz, kondisyonsuz bir vücut, dimdik kupkuru bir yamaç ve 20 kg’luk çanta.en arkadan yavaş yavaş sık sık dinlenerek, bolca tekleyerek çıktım yamaçtan yukarı. Artık gerisi bana vız gelir diyordum. Halbuki uyarmıştı fizyoterapistim, diz yokuş aşağı daha çok zorlanır diye. Adalı göle vardığımda, Hülya çoktan bikinisi giymiş göle girmeye hazırlanıyordu. Ben de hızla hazırlandım. Tüm vücudum bayram etti buz gibi suda. Yenilendik hepimiz. Güneşin altında yenen öğle yemeği ve biraz yattıktan sonra yola koyulduk tekrar. Kale yaylasına gidiyoruz.
Islanmış taşlarda çoğumuz kaydık ama ciddi bir şeyler olmadı. Az önceki güneş çoktan geride kalmış, şimdi ıslanıyorduk, siste kaymadan yürümeye çalışıyorduk. Alpay kamp kurmaya hazırlanırken, Uğur yolumuzun bitmek üzere olduğunu söyledi. Siste geldiğimiz yeri görmenin imkanı yoktu. Aniden bastıran sis, aynı anilikle açıldı ve yaylayı gösterdi bize. Saatlerce yolda olan ve düşmemek için her bir sinirini zorlayan benim için evleri görmek güzeldi.

Yol boyunca kendimde şaşırdığım bir şey fark ettim. Hiç ne zaman varacağız demedim. Sonraki günler de sadece yürüdüm. Yürümem gerekiyordu sormadan, sorgulamadan, yürüdüm ben de. Alpay’la Uğur en önden yürüyüp gittiler. Yayla imamının kaldığı ve misafirhane olarak da kullanılan evde kalmak için ayarlamaları yaptılar. Islanmış ve üşümüş bizler için harika bir fikirdi. Eve girdik. Soba yakıldı, eşyalar kurudu, aklandık paklandık kurularımızı giydik. İmam gençti, yakın zamanda köye dönecekti. Muhtarın getirdiği yiyecekleri yiyebileceğimizi söyledi. Erikte kaldı gözüm ne yalan söyleyeyim. Alpay’ın yediği eriklere sulandım durdum. 1 koli yumurta vardı evde ve menemen yapıldı. Çekirdekler eşliğinde soba sıcağında televizyon seyrettik. Pek de kampçılık sayılmaz sanırım. Sabah hemen yanımızdaki minareden ezan sesi gelene kadar da uyuduk.

Şansımıza o sabah imam nişanlanmak üzere köye gidecekti. Minibüsü de muhtar değil imam kullanacaktı. Sabah misler gibi yenen yumurtalardan sonra doluştuk minibüse. Yolda çalışma vardı biz de misafirhane döndük. Döndük ama yerlerimizden de olduk. Çantaları istemeye istemeye aracın üstüne koyduk ama minibüs tam bir curcunaydı. En önde iki teyze, kovalr dolusu peynir, muşmula eşliğinde aşağı köye inecek, tıkış tıkış araca doluşmuş bir ale de köye gidecek. Muhtar geçti direksiyona, Hülya en önde kucağında kocaman bir kova, ben arkada Kaan’ın kucağında, Alpay Osman ve Uğur ayakta yolculuk başladı. Tamam böyle gidilir derken biz, araç yoldan da köylüler aldı. Dağılıyoruz biz araçta.
“…. gelini de geleceğidi.
”kimun”.
Muhtar: “nereye alayım muşmulaları. ben şindi giderum, yarın dönerum, öbür gün gönderirsin.”
Biz 6 dakika arayla hareket metroyu beklerken burda iki gün sonrası konuşuluyor. Hayat doğada yavaş akıyor. Daha doğrusu şehirlerde çok hızlı akıyor. Güle oynaya yolculuk ettikten sonra Çat’a giriyoruz. pazartesi gününden beri Selocanları kaybolan bizler kontörlü telefona koşuyoruz. Belli ki %3,3’lük kısma girmişiz. Pansiyonun çok az ilerisinde kamp kuruyoruz. Çilanç Köprüsü üzerinde geçiliyor. Yağmur ince ince yağmaya devam ediyor. Önceki akşam Kale’de araç sormak için muhtarı beklerken öğreniyoruz ki hasta bir hayvan var kesilecek. Muhtar oraya gitmiş meğer. Minibüs beklerken de bir amca koşup kilosu 5 ytl den et aldı. her şeyden şüphe duyan biz şehirliler hayvan hasta mı derken niyetlenmedik tabi ete. Çat’ta ise kilosu 9 mu 10 mu hatırlamıyorum et alıp mangal yaptık. Yağmur ince ince yağsa da ateşimiz yandı, bulgu pilavı eşliğinde mangal etlerimi yedik arada da çok yürüdük ya ödül olarak bir şeyler içtik.


Neyse biraz sonra güldü yüzüm. Gerilim çıkmış gitmişti ne de olsa. Yürümeye devam ettik. Batonları bir dakika bile elimden bırakmadım. Saat 14 gibi kayalık bir alana geldik. Bir süredir tırmanmamız gerektiğini, bu işte bir terslik olduğunu söyleyen Alpay, Uğur’la birlikte kayalıklardan yukarı tırmandı. Geride kalan bizler daracık bir yerde çantaları çıkarttık, giyindik ve bekledik. Aradan çok geçmeden sislerin içinden yukarımızda Alpay’la Uğur göründü. Kayalıklardan yukarı gidiş yoktu. Muhtemelen patikadan sapmış, yukarı gitmemiz gerekirken daha da aşağıya bilmediğimiz bir yere doğru gitmiştik. Alpay’ın hayatımda en çok zorlandığım yerlerden biriydi dediğini hatırlıyorum.
Alpay yazı ekleyebilirsin
Çay eşliğinde bir şeyler yedikten sonra yapılacak tek bir şey vardı geri dönmek. Mantıken Amlakit yakınlarında olmalıydık ama sis her şeyi saklıyordu. Dönüşe başladık. Bir ara sislerin içinden bir yol göründü karşı tarafta. Amlakit yolu olmalıydı. Aradan dereyi geçince doğrudan yola çıkabilirdik. Uğur dereyi geçmek istemediğini Palovit’e, oradan da araç yolundan da Amlakit’e gitmememiz gerektiğini söyledi. Yolda oldukça kötü bir şekilde düşmüş ve dereyi geçmenin tehlikeli olacağını düşünüyordu. Beşimiz de uyduk ona. Geldiğimiz yoldan Palovit’e döndük. Kahvede içtiğimiz çay sırasında bu siste yıllarını burara geçirmiş insanların dahi kaybolabildiğini öğrendik. Sis burada önemli bir kavramdı. Şehirde siste vapurlar çalışmaz ama yollar açık olur…

Yağmur iyice hızlandı hepimiz su gibi olduk. Öğleden sonra 2 gibi pokut görünüyor sis ve yağmurun ardında. Geldik dedim, şimdi kururuz, yemek yeriz, ısınırız. En çok üşüdüğüm gün buydu. Sormadan sorgulamadan yürüdüm, Pokut’a geldik ama bizi kötü haberler bekliyordu. Tek bir bacadan duman çıkmıyordu. Yayla iki gün önce boşaltılmış. Uğur’ların evde kalsak, içeri girsek derken, Uğur devam dedi. Sal’a gidiyoruz. Ben “Ne? Ne Sal’ı” dedim. Bir adım daha atacak halim yoktu. Şemsiyeyi yolda küfürlerle kenara atıp ıslanmış, donmuştum. “10 dakika ileride” dedi Uğur. Ya tabi ne demezsin dedim içimden. Yürümeye devam ettik. 20-25 dakika olsa gerek yolda bir köpekle karşılaştık. Dağlarda köpekler sevilmeyi sevmez. Sıcakkanlılık şehir köpeklerine mahsus sanırım. O bizden biz de ondan korkmuş bir halde sakin sakin geçtik uzağından.
Demek yayla yakında. Sal’da bir pansiyonda kaldık. Elektrik yok, su akmıyor, donmuşuz. Sobayı yaktık hemen, çekmedi önce baca, çamur içinde kalan botlarımızı, tozluklarımızı buz gibi suda yıkadık. Donmuş sıralandık sobanın karşında. Isındıktan sonra da yemeğimizi yaptık. Erzaklarımız bitememişti yiyecek kaynaklarına sık sık rastladığımız için. Ne varsa yaptık. Tarhana çorbası, domatesli peynirli makarna, ton balıklı makarna ve irmik helvası. Helvanın kıvam tam tutmasa da güzeldi. Çekirdek ve çay eşliğinde misafir bile ağırladık. Sohbet yine Kaçkarların geleceği.


Patikanın üstünü örten orman güllerinin altından tünelde ilerler gibi kaya kaya indik aşağıya. Dikenler her yeri sarmış, düşmemek gerek. Alpay ikide bir fotoğraf çekmiyorsun diye söyleniyor bana. Önüme bakmaktan makineyi elime alacak hal var mı ki bende. İki kez kaydım sağlam. Basarken kayar demeye fırsat kalmadan dizimin üstünde buldum kendimi, çığlık çığlığa. Korkudan. Dikenlerin üstünden yuvarlana yuvarlana (Alpay olur kendileri), orman güllerini ellerimizle yara yara yürüdük.
Yolda yediğimiz böğürtlenler harikaydı. Ta ki ayı dışkısı görene kadar. Hem de taze. Ben anında bıraktım böğürtlenlerle oyalanmayı. Ses çıkartmadan yürüdük. Yolda bir de tırnakları bile görünen pençesini gördük ayının. Geldiğimiz yöne gidiyormuş Allahtan rahat bir nefes aldık. 6 saat yürüdük. Dizlerimiz tutmaz olmuş, hareketlerimiz dengesizleşmeye başlamıştı. En çok yorulduğum gün oldu. Ayaklarım, dizlerim kelimenin tek anlamıyla haşat olmuştu. Orman’dan çıkıp Konağa nasıl geldiğimiz anlamadım bile. Yürüyüş sona ermişti. Çayların içinden, asma kabakların altından geçtik. Manzara olağanüstü. Konak muhteşemdi. 100 yıllıktı en az. Çantaları atıp oturduk önündeki terasa. Kalmak istemedim oradan. Çamurlarımızdan arınıp, içeri girdik. Evin ortasında kocaman bir baca, ortada ateş yanıyor, kenarlarında bank, sandalyeler, ateş başı sohbeti yapılıyor.

Üzerimizi değiştirirken misler gibi tereyağında kavrulmuş un kokusu geliyor. Un helvası var yemekte. Makarna, tarhana, taze fasulye, harika bir salata ve mis kokan bir kavun. Hepimiz aç yorgun o kaşık bu çatal yemeğe koyulduk. Kapsama alanına giren telefonlarımız nedeniyle Alpay az daha aç kalacaktı. Hülya sağ elinde kaşık makarna tabağında, sol elinde çatal kavun tabağında. Zaten un helvasını çorbadan sonra yemişti. Gözümüz dönmüş yedik de yedik. Ateş başı sohbeti çok güzeldi.
Gönül Teyzeyi dinledikçe, ağzım açık kala kaldım. Önyargılarımız bize fikirler vermeye çalışıyor çoğu zaman yanlış da olsa. Görünüş itibariyle tam bir Karadeniz kadını, ama konuştukça çok daha fazlasına sahip olduğunu anladım. BBC’deki programlardan tutun, kültür aşılamanın nasıl yapılması gerektiğine, adını bile duymadığım bir köydeki modelin her yerde uygulanması gerektiğine kadar bir çok şey söyledi. Gezinin ana konusu olan Kaçkarlar nasıl korunur sorusunun cevabı, Gönül teyze gibi kültür zengini insanlarda yatıyor.

Gelelim konağa. Müzede dolaşırmış gibi hissediyorum kendimi. Yıllar evvel gurbete Rusya’ya giden büyükler kazançlarıyla tüm aileyi bir arada tutan bu konakları yaptırmış. Bir zamanlar 37 kişi yaşammış konakta. İki katlı, her ailenin bir odası varmış. Odalarda şömine bazılarında banyo da var. Kapıların üstünde kimlerin odası olduğu bile yazıyor. Aşağıda 3 adet ahır var. Öyle güzel, düzenli ki, orada da şömineler var. Ama hayvanlar yok artık. Üst katta da tuvalet var. Ertesi gün fark ediyorum ki aslında, tuvalet ayrı bir baca gibi yapılmış evden bağımsız. Ama araya tahtalarla köprü kurulmuş ve böylece gece kalkmak da sorun değil. Yüz yıl önce yapılmış. Her yer ahşap işçilikle bezenmiş. Bacanın taşları tek parça insan boyunda. Birileri onları buraya taşımış. Bugünkü tekniklerimiz bile yetersiz kalırmış Ermeni, Yahudi taş ustalarının işçiliklerini taklit edebilmek için. Mutfak ayrı bir şaşırtıcı. Köy evlerinde bilirim fırını olur sobaların. Ekmek pişer yemek pişer bir yandan ama konakta sobanın bir yanından musluktan sıcak su akıyor. Fırının yanı sıra bir de hazne koymuşlar su ısınıp duruyor soba yanarken. Baka kaldım. Konakta kalmak güzeldi.


Kapı kolları renk renk kristaller. İyi durumda ama çürümeye mahkum gibi. “bu da bizim uşak, Hemşinli” dediler benim için. Başımızda yemeni, 1 haftadır yıkanmamış saçlarımızı kamufle ediyoruz. Konaktan ayrılıp Ayder’e gittik. Kaplıcaya. Uğur evine gidip aklandı paklandı. Çadır hayatı bitmişti onun için. kendimizi kaybettik kaplıcada. Aramızdan biri (o biri Alpay) yıkanmayı göze alamadı. İhtiyarlık mı desek acaba. Nasılsa çadırda da yalnız kalacaktı. Kapının önünden aldı bizi araç iki hanım çıkamamıştı sefadan. Çamlıhemşin’e döndük alışveriş sohbet derken, akşam oldu. Konağa kadar karanlıkta yürümek gerekti. Bir önceki gece Çamlıhemşin’e araçla inen Uğur ve Osman’ın yolunu kesen yaban domuzlarının göründüğü yerden gidecektik. Yusuf Yusuf sağ sola bakına bakına yürüdük. Bir kez daha dedim bu ne inat yamaçlara kurmuşlar bu evleri. Nefes nefes kaldım tırmana tırmana gitmekten.




