Menemşe yaylası kamp

Menevşe'de Bayramlaşmak

Faaliyete katılanlar:
Akın Güner, Alpay Opuş, Bilent Aydoğdu, Bora Özkoca, İhsan Önder, Nevin Şahinbeyoğlu, Osman Temizel, Yiğit şahinbeyoğlu

Menevşe, Pandül’e katıldıktan sonra gittiğim 3. kamp… Aslında havanın soğuk, aylardan da Aralık olması beni kara kara düşündürüyordu. Bir taraftan da gelecek olanlar bir bir isimlerini bildirmeye devam ediyordu. Bu soğuk havada orada ne yaparım diye hayıflanıyor ama bir yandan da gitmeyi çok istiyordum. Neyse, en sonunda cesaretimi toplayıp gitmeye karar verdim.

Kampımız, bayramın 2. günü, sabaha karşı Bostancı Köprüsü’nde iki arabanın buluşmasıyla başlayacak, iki gece Menevşe Yaylası’nda konaklamanın ardından bayramın son günü Veysel dayının orada içilecek iç ısıtan, keyif dolu çaylarla son bulacaktı.



Cuma sabahı önce ben İhsan Abi ile buluştum. Sonra saat 05:15’te Bostancı Köprüsünde Bilent ve Osman Abilerle buluştuk. Soğukta ufaktan laflamaya başlamıştık ki Alpay Abi, Bora, Nevin ve Yiğit geldi. Saat 05:30 gibi yoldaydık.
Yolda ilk molamız, daha uyanamamış insanların çalıştığı salaş bir dinlenme tesisindeydi. Çaylarımızı aldık ve Nevin’in hazırladığı, oy birliğiyle ‘Atom’ İsmini verdiğimiz keklerden afiyetle yedik. Bu leziz keklerin yanında tesise ait soğuk börekleri de yedikten sonra tekrar yola koyulduk.



Bundan sonraki ilk durağımız aslında planda da olmayan Aytepe’ye çıkmamıza birkaç kilometre kalan bir dönemeç. Bu dönemeçte arabamız kara saplandı. Tabii ki Alpay Abi cipiyle yola devam ediyordu ama bizim gelmediğimizi görünce onlar da araçlarından inip yardıma geldiler.

Aracımızı kullanan Bilent Abi ve önde oturan araç komutanı Osman Abi ,hemen araçtan inerek zincirleri çıkardılar. Bilent Abi eline çok yakışan bulaşık eldivenlerini takmıştı bile! Yeni evli olmanın da verdiği bir atiklik gözlerden kaçmadı eldiven takışında. Buz gibi soğuk dağ havasına rağmen zincirler zorlukla takılmış ve sıcak arabamızın koltuklarına kavuşmuştuk. Artık bizi tutacak hiçbir şey kalmamış ve güvenli bir şekilde yolumuza devam edebilirdik.



Ancak gaza basıldığında araç nedense gitmiyordu. İhsan Abi eğer bu zincirlerde fayda etmiyorsa ne yapacağız demeye başlamıştı ki aşağıya indik ve aracımıza baktığımızda sorunun zincirlerde değil, bizden kaynaklandığını gördük. Çünkü aracımız önden çekişliydi ve biz zincirleri arka tekerleklere takmıştık. O yüzden aracımız bir gösterge gibi arka tarafı sabit ama ön taraf devamlı savruluyordu. Zincirlerin yerlerini değiştirirken diğer araçtakiler de yanımız gelmiş ve çoktan makara başlamıştı. İşte o anda anladık ki insan hayatta üç şeyi iyi tanımalı: Eşini, dostunu ve arabasını…

Neyse aracımız eskisinden de iyi olmuş ve yola koyulmuştuk. Sonunda Aytepe’ye ulaştık. Araçlarımızı burada bırakacak ve Veysel Dayı’nın evine kadar yürüyecek, ufak bir moladan sonra da Menevşe Yaylası’na doğru yola çıkacaktık.


Veysel Dayı’nın evine ulaştığımızda kimsenin olmadığını gördük, küçük bir moladan sonra yola, o insanı bezdiren tepeye doğru yöneldik.Yaz başında yaptığımız yürüyüşten farkı her yer yaklaşık 10 cm’lik karla kaplı oluşuydu ve tepeye çıkmak daha zorlaşmıştı. Ufak molalar verip tepenin üzerindeki düzlük alana doğru devam ettik. Benim hatırladığım kadarıyla o düzlüğe ulaşıp her şey daha kolay olacaktı. Ama yanlış hatırladığımı bir süre sonra Alpay Abi’nin ‘İşte dediğin yere ulaştık, bakalım bundan sonrası seni mutlu edecek mi?’ imalı sorusuyla anladım. Düzlük diye bişey yoktu, belki çok dik değildi ama yokuş çıkmaya devam ediyorduk ve o karların üzerinde ilk yürüyen yol açıyor ve daha da zorlanıyordu. Ayrıca ayağımızdaki ilk defa taktığım tozlukların ne işe yaradığını çok iyi öğrenmiş oldum.

Ekipteki birçok arkadaşın ayakkabısından kaynaklanan sorunları vardı ve ayakları şimdiden su almış ve yürürken onları etkiliyordu. Yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşten sonra Menevşe Yaylası’ndan önceki dere yatağına varmıştık. Artık çok az kaldığını ve nerdeyse vardığımızı biliyordum. Ufak bir tepe aşımından sonra kamp alanımız Menevşe Yaylası’na ulaştık. Yazın yemyeşil gördüğümüz her yer kar altındaydı. Müthiş bir manzarayla karşılaşmıştık. Ama soğuk bizi ısırır gibiydi. Epey de terliydik.



Ancak Yayla’ya gelir gelmez kendimize sığınacak bir yerde bulmuştuk. Yaylanın girişindeki ev boştu ve bahçesinde üzeri kapalı bir sığınak vardı. İçinde ekmek fırınına benzer ateş yakabileceğimiz bir ocağı olan cennetten bir köşe gibiydi bu sığınak.

Hemen üzerimizi değiştirdik, o kadar terlemiştim ki üzerimdeki kıyafetleri sıksam epey bir su çıkardı. Kıyafetler değişti ve etrafa keşfe başladık. Ev sanki bizim için bırakılmış gibiydi. Girişinde güzelce kesilip istiflenmiş yakılası odunlar, odunların kenarında yemek pişirip ısınabileceğimiz bir kuzine… Hepimiz biliyorduk ki bugün şanslı günümüzdeydik. El birliğiyle ateş yaktık, biraz ısındık. Sonra da 10-15 cm karın üzerine çadırlarımızı kurmaya başladık. Gece olunca nasıl bu soğukta uyuyacağımızı düşünmeden edemiyor, bunu düşünürken de titremeye devam ediyordum. Sanırım kimse benim kadar üşümüyordu. Kampın çömezi olarak soğuktan en çok ben korkuyordum.

Sığınağımızda ocağın yanında plastik sandalye ve masamızda vardı. Hava artık kararmaya başlamış ve yemek vakti yaklaşmıştı. Kuzinemizi de yaktıktan sonra iki ekip halinde yemek pişirme işine  girdik. Bizim mönümüz de domates çorbası ilk yemekti ve hayatımda yediğim en güzel domates çorbasını bu soğuk havada, karlarla çevrili bir yaylada ve tanımadığımız birilerinin evinin bahçesinde, bizi yarı ısıtan bir ekmek fırını karşısında ateşi seyrederek içtiğimi fark ettim.



İlk gece yemeklerimiz yedikten sonra bir kısmımız kuzine başında bir kısmımız da içerdeki sığınak başındaki ocağın karşısında sohbete dalmıştı bile…  Çay kahve keyfinden sonra artık soğuk çadırlara gidip yatma vakti gelmişti.Ç adırlara girmek, o soğuk uyku tulumlarının içine dalmak sanki günahlardan arınmak gibiydi. Acı çeke çeke uykuya daldık.



Allah’tan daha önce hazırlığını yapmış ve ‘Kırbai’lerimiz almıştık. Kampta da çok geyiği dönen Kırbai, İhsan Abi’nin askerlikten aklında kalan ve bir torba içinde bulunan kömür tozlarından oluşmaktaydı. Bu tozlar naylon ambalajından çıkarıldıktan sonra oksijenle temas eder etmez etrafına tatminkar bir ısı veriyor ve yaklaşık 24 saat sıcaklığını koruyordu. Ayaklarımıza yerleştirdiğimiz Kırbai’ler sabaha kadar bizi sıcak tutmaya yetti. Çadırda saatler sonra etrafıma baktığımda sabah olduğunu gördüm. İhtiyaç molasına kalktığımda da yanıldığımı anladım, çadırdan çıktığımda karşımda devasa bir ay gözlerini dikmiş bize bakıyor gibiydi. Etraf gündüz gibi aydınlıktı ve yaylayı hiç bu kadar güzel görmemiştim. Ama bu güzelliği daha fazla izleyemeyecektim çünkü hava -70 derece gibiydi. Dışarıya çıkışımın beşinci saniyesinde titremeye başladım ve buna engel olamıyordum… Tekrar uyku tulumuma döndüm ve uyumaya çalıştım.



Sabah kalk düdüğüyle beraber uyandık ve hemen kahvaltı organizasyonuna giriştik. Çünkü hemen sonrasında civar köylere keşif gezisi olacaktı. Nitekim kahvaltılar yapıldı ve saat 10:30 gibi yola koyulduk. Orman yolundan ilerleyip 1-1,5 saat sonra ilk köye ulaştık. Köyde yol kenarlarında kuş burnu ve muşmula ağaçlarına saldırıya geçtik topluca… Kendi tabirimizle çekirge sürüsü gibi geçtiğimiz ağaçlarda meyveler talan oluyordu. Alpay Abi köydeki besili tavukları görünce dayanamayıp, ‘Arkadaşlar var mısınız tavuk satın alalım ve akşama közde pişirelim.’ dedi. Ekipten birkaç kişiden de destek gelince köylülerden tavuk satın almak istedik ama doğrusu  pek yanaşmadılar. Onun yerine bize hazır kavrulmuş kurban eti verdiler, biz de ‘Allah kabul etsin!’ deyip köy ekmeğiyle beraber eti akşam yemeğimize dahil ettik.

Ancak bu köyde daha fazla kalmamızın pek anlamı kalmamıştı, hem muşmula bitmişti ayrıca da bu köyde, köy kahvesi yoktu. Bizde tabana kuvvet deyip 2 Km uzaklıktaki köye doğru devam ettik. Köye ulaştığımızda kahvecinin köyde olmadığını ancak kahvenin açık olduğunu köylü çocuklardan öğrendik. Baktık olacak gibi değil daldık kahveye, Osman Abi piknik tüpünü yaktı. Biz de bir yandan sandviçlerimizi çıkardık, bir yandan çayı bekledik. Bu arada yapılan sohbetin tadı da sandviçlerimizinkinden farklı değildi. Çaylarımızı içmiş, yemeğimizi yemiş, köylü çocuklarla sohbetimizi etmiştik. Artık yola koyulmanın vaktiydi ve Kutluca Köyün’den kamp alanımıza doğru yola çıktık.




Dönüş yolunda da Osman ve Bilent Abi arkada kalarak yine inanılmaz manzaralara imzalarını attılar ve bize ‘Makro’nun en güzel örneklerini sundular.

Kampa ulaştığımız da hava kararmıştı. Ateşi bu akşam dışarıda yakma kararı çıktı Alpay Abi'den. İçerdeki ateşi dışarı çıkardık ve bir yandan kuzineyi bir yandan da kamp ateşini yaktık. Ben bu gün gerçekten çok yorulmuştum. Gündüz yapılan 5-6 saatlik yürüyüş, bir gece önceki uykusuzluk ve yemeğin verdiği ağırlıkla direkt çadıra gittim ve uykuya dalmak için dualar ettim. Ama bu gecede bana uyku yoktu.

Sabah Alpay Abi, teşhisi koymuştu: ‘Sende çömezlik sendromu var, birkaç aktivite sonra bunlar geçer ve rahat uyursun, doğayı fazla dinleme ve rahat bırak kendini.’ Artık kampın sonuna gelmiştik. Kahvaltılar yapıldı, kamp ateşi söndürüldü ve çadırlar toplandı.

Üzülmeli miydim, sevinmeli miydim karar veremiyordum. İki gece uykusuz kalmış, soğuktan donmuş ve çok yorulmuştum ama oradayken dünyayı unutmuş, şehrin kargaşasından uzaklaşmış ve rahatlamıştım. İstanbul’a sanki başka biri olarak dönüyordum.


Her şey toplandı ve yola koyulduk. Şimdi daha hızlı ilerliyor ve geldiğimiz yolları çabuk kat ediyorduk. Göz açıp kapayıncaya kadar Veysel Dayı’nın evine ulaştık. Orada bizi oğlu karşıladı. Sanki geleceğimizi biliyor gibi çay hazır ve şömine yanıyordu. ‘İşte bu!’ dedim içimden, bir insan başka ne isteye bilir ki. Sıcak çaylarımızı içtik, şömine sohbetlerimizi yaptık ve tekrar yola koyulmak için hazırlandık. Araçlar bizi Aytepe’de bekliyordu. Yola koyulduk bizi ne kadar zorlu bir yolu beklediğini bilmeden (En azından benim için öyleydi). Yaklaşık bir saatlik bir yokuş çıkışı, o üç günlük yorgunluğun üzerine bir tuz biber gibiydi. Araçların bulunduğu tepeye vardığımda kendimi nasıl mutlu hissettim anlatamam. Ayakların artık kitlenmiş yürüyemiyordum. Acaba, bir tek ben mi bu kadar zorlandım diye etrafıma bakındığımda hemen hemen herkesin yorgunluk yüzünden okunuyordu.



Araçların yakınında üzerimizi değiştirdik, artık İstanbul trafiğine girmeye hazırdık. Vedalaşmalardan sonra yola koyulduk. Araçtaki herkesin yüzünde mutluluk ifadeleri vardı. Böyle zorlu bir kampı sorunsuz ve güzel bir şekilde bitirmek, doğa ile bütünleşip ona dahil olmak çok güzel bir duyguydu…

Artık bir sonraki organizasyonun  hayallerini kurarak yola koyulduk…

Bir sonraki aktivitenin taliplileri -benden duymuş olmayın ama- Bilent ve İhsan Abi’ler.  Pandül klasiği Bolu Seben organizasyonu için hazırlıklara başladılar bile….

Ayrıca bu organizasyonu düzenleyen herkese kendi adıma çok teşekkür ederim.

Yazı: Akın Güner

























Okunma 10040 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 29 Ekim 2011 20:54
Yorum eklemek için giriş yapın