Ağrı Yaz [Murat Balaban]

 

AĞRI YAZ 2003

Bu seneki yıllık iznimin bir bölümünü, daha önce de yapmak isteyip imkanların izin vermediği, kutsal kitaplarda ve efsanelerde sık sık ismi geçen Anadolu'nun en yüksek ve en güzel Dağına, Büyük Ağrı Dağı'na zirve yapmaya, biraz da babamın Küçük Ağrı Dağına çıkarken anlattıklarından etkilenerek, karar veriyorum.1992'den 2000 yılına kadar tüm çıkışlara kapalı bu bölgelere en son askerlik görevi için 1998 yılında gitmiştim. 



Çoğu insanda ilk dağlara, yükseklere çıkmanın verdiği hazla tanışılması üniversitede kulüplerle olur, benim ise askerliğimi Eğirdir'de yaparken oldu. Hele ki doğayla başbaşa kalmayı seviyorsan hastalığa bir kez yakalandın mı?, kurtulmak mümkün değildir, amaç zirveye ulaşmak olmakla beraber aslında bu çok kısa süreli bir heyecandır. O yüzden bence amaç zirveye çıkışa kadarki geçen zaman olmalıdır. 



Ağrı Dağı volkanik püskürmelerden meydana gelmiş sönmüş bir yanardağ, fakat kraterini görmek kalın buzul kütlesi sebebiyle mümkün değil. İlk gün, otelimize yerleşerek ve ufak bir kasabadan ibaret olan Doğubayazıt'ı gezerek geçiyordu. Uzaktan bize meydan okurcasına dev bir piramit gibi yükselen ve başından çok nadir çıkarttığı buluttan fötr şapkası ile bizleri selamlıyor Büyük Ağrı.. 

Hareket günü geliyor, hava sıcak, çıkış için önümüzdeki günlerde de havanın elverişli olacağı bizi sevindiriyor. Fakat yükseklerde ağustos ayında bile sıfırın altında sıcaklıklar olabildiğinden havanın nasıl değişiklik gösterebileceğini tahmin etmek güç. 
Vardığımız bu noktada görülen, Büyük Ağrı'nın yükseldiği ova seviyesi ile zirve arasındaki büyük fark. 
Sabah tüm hazırlıklar tamamlanıyor, Akut ekibi, basın ve bypass hastaları da çıkış için hazır. Damperli iki kamyon geliyor ve yola çıkıyoruz, Dağın eteklerine yaklaştıkça Ağrı'nın ihtişamı da giderek artıyor... 
Araçların gidebildiği en son nokta ve son yerleşim yeri olan 2000 metre civarındaki Eli Köyü'ne vardık.. 
İşte bu fark Büyük Ağrı'yı dünyadaki diğer yüksek dağlardan farklı kılmakta. 



Daha önce bu güney rotasından çıkmış olan ekipteki arkadaşlar, 3200 kampına kadar olan yolun düşük eğiminden dolayı uzun ve biraz sıkıcı olacağını söylüyordu. Fakat benim için şehir gürültüsünden uzak kalmak bile yeterlidi. Uzun fakat çok yorucu olmayan 3200 metre ana kampına doğru yola koyuluyoruz. Bir ara yanımızdaki tv muhabiri arkadaş telefonla kanala bilgi veriyor, “şu anda Akaretler yokuşunun biraz daha eğimlisini ve taşlısını düşünün o yolda 6-7 saat yürüdüğünüzü hayal edin” diye devam ediyor. Ve sonunda 3200 metre ana kampına ulaşıyoruz.. 

Fotoğraftan anlaşılacağı gibi görebileceğimiz son yeşilliklere sahip olduğundan diğer bir adı da ‘yeşil kamp' olarak geçiyor. Burada farklı ülkelerden gelmiş dağ turistleriyle karşılaşıyoruz, kimi zirveden iniyor kimi 4200 ana kampına çıkmak için hazırlıklar yapıyordu. Akşam oluyor, güzel bir yemek ve keyifli sohbetler sonrasında yorgunluk bastırıyor ve erkenden çadırlarımıza çekiliyoruz. Ertesi gün 4200 metreye aklimatizasyon çıkışı yapmamız gerekiyordu. Yani, vücudu yüksek irtifada ve az oranda ki oksijene alıştırmak için yapılan, 2-3 saat kalınıp akabinde inilen bir çıkış oluyor. Biraz daha zorlu ve kondisyon isteyen bir çıkış, yaklaştıkça bulutların içine giriyoruz, sonunda sadece kayalardan ibaret 4200 metre ana kampına varıyoruz... 

Dağcılık federasyonundan olduğunu öğrendiğimiz dağ turist rehberi 4200 metrede, bulutların arasında kayalardan yapılmış koltukların üzerinde flüt dinletisi sunuyor ve yöresel kıyafetleri ile mikrobiyolog hanım ilginç bir görüntü oluşturuyordu.. Aklimatizasyonu tamamlayıp tekrar Yeşil Kampa dönüyoruz. Dönerken 3896 metre yüksekliği ile Küçük Ağrı'yı görüyor ve bu dağı da hiç küçümsememek gerek diye düşünüyorum.. 

Ertesi gün 4200 metre ana kampına tekrar çıkışa geçiyoruz, bu sefer yol sanki daha kısa geliyor, 4-5 saatlik bir çıkışla 4200 metre ana kampına ulaşıyoruz ama o da ne, iki farklı yükseklideki kamp yerlerinin ikiside tamamen dolu. Bursa Akut ekibinden İstanbul'da tanıştığımız arkadaş zirveyi çok rahat yaptıklarını ve birazdan döneceklerini ayrıca Alman ve Amerikan ekibininde zirveyi yaptıklarını ve dönmek üzere olduğunu söyleyince rahatlıyoruz. 

Zirve heyecanıyla birlikte yüksek irtifadan dolayı artan yorgunluk ve 4200 metreden rahatsızlanıp dönenler ister istemez moralimizi bozuyor. Çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz, fakat yer darlığından çadırı kurduğumuz alan hemen uçurumun yanı, bu pek hoş bir durum değildi, ancak görüntü uçaktan aşağıyı seyreder hissini veriyor, doğanın vahşiliği çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor. 

Kamp yerimizin hemen yanında sarp, derin ve zirve buzuluna kadar uzanan lav akıntılarının oluşturduğu vadi ve içinden balkon buzulunun uzantısı yer alıyor. Sanırım bu isim balkonlar gibi çıkıntı yaptığından verilmiş bir isim. Düşen kayaların ve buzul parçalarının korkunç sesi yankılanıyor kulaklarımızda, tabii bu sesler bütün gece uyutmuyor bizi. 

15-20 dakika zirvede dinlenip tekrar aşağı inişe geçiyoruz. İrtifa düştükçe kendime geliyorum, 4200 metreye inip kendimi çadıra atıyorum ve iyi bir uyku çekiyorum. Ertesi gün dönüş yolu eğlenceli, kendimizi yokuş aşağı bırakıyoruz, yolda 3200 metre kampından henüz ayrılmış Azeri kökenli 50 kişilik İranlı dağcılarla karşılaşıyoruz, ‘şekil verelim mi?' şeklindeki sözlerini ilk başta anlam verememekte, sonradan fotoğraf çektirelim mi?, demek istediklerini anlıyoruz, onlara kolaylıklar diledikten sonra yola devam. Bu sefer aşağılara daha da indikçe köy çocukları sevinçle bizleri karşılıyorlar, bizde onları yemediğimiz çukulatalarla ve yiyeceklerle sevindiriyoruz... 

Ağrı Dağı'nın endemik bitki türlerinden çiğdem gözüme günlerdir gördüğüm kayalardan sonra başka bir güzel görünüyor. 
Ansızın bastıran dolu ve tipi çadırlara kaçmamıza sebep oluyor, neyse ki yaz yağmuru gibi kısa sürüyor. Burada muhabbetler çadırlarda oluyor, dışarıda durmak soğuk(yaklaşık 5-6 derece) ve rüzgardan dolayı kolay değil; ama böylesi de zaten olması gereken. Akşam tüm malzemelerimizi kontrol ediyor, termoslarımızı dolduruyor, saatlerimizi 03.00'de kalkmak için ayarlıyoruz. Fakat saat çalmadan uyanıyoruz ve kahvaltımızı çarçabuk yapıp son hazırlıklarımızı tamamlayor, gün ışımadan ağır ağır zirve yolculuğuna başlıyoruz. Arazi, dağcıların tabiriyle çarşak, yani irili ufaklı kayalardan oluşuyor, iki ileri bir geri şeklinde ilerliyoruz, fakat teknik manada tırmanış içeren bir parkura sahip değiliz. 4950 metreye kadar her şey güzel.. 4950 metrede buzul başladığı için kramponlarımızı takıyoruz. Ancak bende 4500 metrelerde başlayan hafif mide bulantısı ve baş ağrısı artıyor, yürüdükçe buna bir de baş dönmesi ve halsizlik eklenince, benim için fiziksel olarak hayatımın en zor dakikaları başlıyor, iki adımda bir durup soluklanıyorum, ciğerlerim oksijene doymuyor daha çok hava istiyor, zirve karşımda adeta bana meydan okuyor, ‘buraya çıkmak göründüğü kadar kolay değil diyor' sanki. Zirve düzlüğü dağcıların ‘futbol sahası' adını verdikleri bir düzlük, havanın iyi olmasından dolayı buzul nispeten yumuşak ve kramponların batmasına imkan veriyor. Zirveye ipsiz çıkılmasına da olanak sağlıyor, fakat son elli metredeki duygularım tarifsiz, sadece ağlayarak ve gözyaşları içinde zirveye ulaşıyorum, fotoğraf çekecek takatim ve gücüm yok, hava sıcaklığı –10 seviyelerinde, şiddetli rüzgar insanı sersemletiyor. En sonunda zafer, geri dönmeyi defalarca kez düşünmeme rağmen, benim oluyor..... 

Depremlerle zarar gören Saray'ın 360'ı bulan oda ve salonu var. Fars, Osmanlı ve Selçuklu medeniyetlerinin ortak etkisi hakim olan sarayın içinde kimi hizmet binaları yıkık durumda, bazı yerler çelik konstrüksiyonlarla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Saray eşrafının yemek yediği salon.. 

Ertesi gün dönüş öncesi vaktimiz kalıyor ve gelmişken İshak Paşa sarayını gezmeden dönmek olmaz diyoruz. 1789 yılında vezir olan Hasan Paşa'nın oğlu İshak Paşa'nın yaptırdığı saray o coğrafya içerisinde hayli görkemli,... 
Yemek salonunun duvarlarında aynalar olduğu ve bu aynalar aracılığı ile yemeği biten kişinin görüldüğü anlatılıyor. Yemek salonu çevresinde cariyelerin odaları yer alıyor. Tabii yurdum insanı durur mu hemen İshak Paşa için notunu düşmüş.... 

Bir daha ki programda İran'daki Demavent Dağı'na zirve yapmak var. Fakat şimdiki programda İstanbul'a döner dönmez, sıfır rakımlı güzelim Ege kıyıları ve Bozcaada'ya gitmek var..... 

Murat Balaban, Ağustos 2003
Okunma 3266 defa
Yorum eklemek için giriş yapın