Valla Kanyonu

VALLA 2006

Arkadaşlar, raporumuz oldukça uzun soluklu olacak, gözünüzü korkutmasın. Amacımız yaşadığımız bu olağanüstü macerayı ve keyfi sizlere de tattırmak.

Kanyon yolculuğumuzun tatlı heyecanı, kaygıları ile birlikte daha yolculuğumuz başlamadan beyinlerimize kök salmıştı. Yüreklerimiz kan-yon, kan-yon diye atıyordu sanki. Bundan başka hiçbir şey düşünemez olmuştuk.

İtiraf etmeliyim ki; beni o zorlu yolculuğa, ekibin gücüne olan güvenim sürükledi. Korkuyordum ve bunu her fırsatta dile getiriyordum. Ama son güne kadar hala yenik düştüğüm bu korkum, Bahadır’ın ishal olduğunu, Behiye’nin endişelerini, Celal’in uyku uyuyamadığını öğrendiğimde birazcık hafifledi.

DEMEK YALNIZ DEĞİLİM... 

Bu duygu o kadar güzeldi ki. İlk andan başladı, yolculuk bittiğinde körüklenmişti ve o sekiz yürek sanki bir tek yürek olarak atıyor hala.

Biz bu kanyona sekiz kişi girdik, kanyondan tek kişi olarak çıktık.

Bu raporu toparlama görevi bana verildiğinden beri çok zaman geçtiği için özür diliyorum. Yaşadığımız o AN’lar nasıl ifade edilebilir, nasıl özetlenir, nasıl satırlara sığabilir? İnanın bilmiyorum. Elimden geldiği kadar anlatmaya çalışacağım.

Bu raporun nasıl sabırsızlıkla beklendiğini biliyorum; ama adapte olamadım arkadaşlar. Geçtiğimiz hafta boyunca ben sanki ruh gibiydim. Konuştuğumuza göre diğer arkadaşlarım da aynı imiş. Rahat yataklarda uyuyamaz olduk. Behiye yatak odasına mat serip uyumuş epey bir zaman. Celal uykusundan uyanınca etrafta bizleri aramış ertesi gün. Ya Bahadır’ın vücudumuzdan ayrılırkenki gözyaşları.. Evet, yanlış duymadınız, Bahadır inci gibi döktü, kendisi kadar iri gözyaşlarını ve hepimizi ağlattı..

Oradayken zamanı unuttuk. Saat, tarih, telefon, iş takibi, prosedürler, alışkanlıklar, her şey ama her şey raftaydı, sonradan kullanılmak üzere. Kilitlenmiştik yapacağımız işe. Bazen komando eğitimi kadar zor ve yorucu, bazen hayal bile edilemeyecek kadar tasviri imkansız güzellikteki doğanın cömert kucağında mayışık, bazen grubun hızını kesme endişesi ile tedirgin, ama istisnasız her zaman birlikte olmaktan mutlu idik.. Kanyonu bitirdiğimizde, ilk inek pisliğini gördüğümde (köye yaklaşıyorduk, ne güzel) nasıl da şaşırmıştım, sanki çook uzun bir zaman geçmişcesine. Oysa alt tarafı 4 gün ve 6 gece idi, ama rüya gibi güzel, korku filmi kadar gergin, aşk kadar kutsal ve sonsuz kadar uzundu...

Sanırım doğa bizlere büyü yaptı)) İşte bu yüzden yazı gecikti. Aslında Semra, bir taslak hazırlamıştı, Behiye’nin de ilaveleri oldu. Onlardan faydalandım, teşekkürler.. Ayrıca Orkun’dan teknik bir rapor bekliyoruz rapora eklemek için. Görüyorsunuz ya, artık tek kişi bir şey yapamaz olduk)

Geçen sene, aynı kanyonda talihsiz bir olay sonucu rotayı değiştiren ve üç gün boyunca hayat savaşı veren 4 kişiden Semra ve Celal yine bizimle birlikteydiler. Başladıkları iş yarım kalmıştı ve tamamlamaya kararlıydılar. Onlar bize o uğursuz yere kadar rehberlik yaptılar. Oraya kadar bilinendi doğa, daha önceleri de gidenler olmuştu. Ama işte tam da o noktaya kadar. Ondan sonrası tam bir meçhuldü. Bizler, bu Valla denen dünyanın 4. en zor kanyonunu suyu takip ederek bitirebilen ilk ekip olduğumuzu sonradan öğrenecektik. (bilseydim gitmezdim valla) Bu kadar amatör bir ruhla bu kadar profesyonel bir işi başarmak ancak trekist ruhu ile mümkün diyor, başka da bir şey demiyorum) (Pısstt! Siz öyle dediğime bakmayın. Daha 50 sayfaya kadar hakkım var bu romanı yazmak için. Bahadır ile konuşuyordum da geçen. Bana fırça atıyor, nerde kaldı rapor diye, ben de yazarsam roman olur dediydim, iyi o zaman, 50 sayfayı geçmesin dedi.) 

Eveet, artık başlayalım;

Ben biraz geriden almak istiyorum filmi. Yolculuk tarihinden çok önce başladı hazırlıklarımız. Herkesin bütün yükü omuzlarda taşıyacağı düşünülerek ihtiyaç listeleri çıkarıldı. Yükleri hafifletmek için kilo hesapları yapıldı.Orkun emniyete çok önem verdiği için teknik malzemeden ödün vermek istemiyordu. En hayati ve zorunlu olan teknik malzemede anlaşıldı. Ve hesaplarımız aynen tuttu. Herhangi birimizin başına gelebilecek –çok şükür olmadı- herhangi bir kazanın hesabı bile yapıldı. Nasıl ki vücudumuzda tek bir organ bile acıdığında canımız nasıl yanarsa, içimizden birinin başına gelebilecek böyle bir kazanın acısına biz çok önceden hazırdık. Çünkü tek bir vücuttuk artık. Buna göre, önlemlerimizi aldık. Dualarımız sadece kendimiz için değil, hepimiz içindi. Çoğu yerde kendimizi unuttuk. Grup ruhu bu olsa gerek..

Sonuçta Orkun’un ihtiyatı ile Celal ve Semra’nın geçen seneki deneyimleri birleştiğinde ortak bir nokta bulundu. 4 emniyet kolonu yetmişti. Bazı yerlerde sıra ile kullandık kolonları, bazan da kolona gerek kalmadan omuzlardan geçirilen bir kement yetti suya indirmelerde. (Ama koltuk altlarım acıdııı) Seneye gidersem bir kolon alacağım şart olsun.

Hazırladığımız listelere göre ortak ve bireysel alışverişler yapıldı. İki adet bot, teknik malzemeler (Orkun özveri ile malzemelerini bizlerle paylaştığı için teşekkürler) sağlık çantamız, yiyecekler ve mutfak malzemesi ortak kullanılacaklar listesindeydi. Mümtaz insan Sayın İbrahim abimiz sağolsun, doktorluğuna hiç diyecek yok. Serumlarımız bile vardı. Ağrı kesici iğneler, vitaminler, merhemler, baticonlar, vs.. Her akşam ve sabah kuyruğa giriyorduk önünde. Akşamları çizilen yerlerimiz bakımdan geçiriliyor, sabah da pet şişede hazırlanan calsiyum sandozlar içiliyordu. Bu arada her birimizin aynı kaptan, aynı bardaktan yiyip içtiğimizi söylemeye gerek yok sanırım. Öyle alıştım ki buna, kanyon bittiğinde köyde bizim için hazırlanan o mükellef sofrada ayrı bardaklarda çay içmeyi yadırgadım.

İbrahim abimizin tek bir hatasını demeden geçemeyeceğim. Ortak mutfak malzememizi o almıştı ya, tabak hadi tamam, alimünyumdu da, kupaları mikadan almış. Bahadır ve kendisininki kırıldı 2. gün. İbrahim abi çok becerikli, hemen kendisine bir pet şişeden bardak yaptı da, Bahadır , aaah Bahadır, bir tek kere de çayımın ilk yudumunu ben içebilseydim) (Şekerli içen sadece ikimiz olduğu için çay ve kahve kardeşi olduk) Bunlara ilaveten herkesin birer kaskı, can yeleği, dizliği, iki adet suda kaymayacak ve kanyon sonunda atılmayı bekleyecek spor ayakkabısı ve nihayet özel çamaşırları tek tek listelendi. Bu listelere göre alışverişler yapıldı ve nihayet 28 .07.2006- *****a akşamı günlük işlerimizi tamamlayıp Patlangoç’ta toplandık. 

İşte asıl maceramız bence tam da burada başlıyor. Kendimi göremedim ama 7 kişinin ifadesi dün gibi aklımda. Bu ifadeyi anlatmak çok zor. Sanki bir savaşa hazırlanıyorduk. Bir o kadar da barış kokuyordu hava. Karşımızda, bugüne kadar, O’nunla buluşmak için, neredeyse her haftasonunu iple çektiğimiz DOĞA, bu defa farklı bir karşılama yapacaktı bize. Vahşi ve yalçın kayalar, azgın sular kışkırtıcı olduğu kadar ürkütücü idi. Bu zamana kadar sakladığı sırrını çözmeye gidiyorduk. Acaba buna izin verecek miydi? Düşman mıydı bu yüzden bize, yoksa anlayabilecek miydi çocuksu saflığımızı? Biz sadece ona dokunmak, onunla kucaklaşmak istiyorduk. Ona zarar vermeyecektik, meydan okumuyorduk. İşte hepimizin yüzünde bu ifade vardı. Masal kahramanlarının rolüne şimdiden soyunmuştuk. Bu keşifte bizi nelerin beklediğini hiç kimse bilmiyordu, heyecan doruktaydı. Ve gözlerine baktım arkadaşlarımın. Endişeyi bastıran bir şey vardı. Çok güzel ve trekist’e özel, o hiç eksilmeyip tam tersine sürekli artan coşku... SEVGİ akıyordu o gözlerden. Başarma azmini önüne katarak güven haykırıyordu o gözler..

“BİZE BİR ŞEY OLMAZ”......... (gerisi de var ama terbiye sınırlarını aştığı için sansürde takıldı)

Konuşmadık.. Sadece anlaştık gözlerimizle. Sessiz bir anlaşma idi bu. Gözlerle içilen bir ANT idi. Kenetlenen ellerle imzalanan bir ANT’LAŞMA idi. Daha gitmeden verilmiş bir SÖZ idi. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için...

İşte bugün yüzümüzün akı ile bu sözümüzü tutmuş olarak buradayız.. Nice anlar oldu, kendimizi unuttuğumuz. Hiç birimiz oyun bozanlık etmedi. Hiç birimiz “niye ben” ya da “niye ben değil?” demedi.

Ellerim kesilinceye kadar sıkı yapıştığım ipi bırakırsam ve normalde çok tırstığım, ben burada tutunmadan duramam diyeceğim balık sırtı gibi bir yerde, aşağıdaki botun bir ucu bana emanetti, elimi kesme pahasına, -korkudan mı, yoksa ters bir şekilde durduğumdan mı bilemediğim- uyuşmuş bacaklarımı artık unutmak pahasına görevimi yaptım. Herkes yaptı. Sırası geldikçe her bir arkadaşımdan bahsedeceğim.

İçlerinde en çok korkan bendim. Hatta kendime “tırsak” adını taktım. Eee, ben tırsak olurum da diğerleri adsız kalır mı? Buyrun bakalım: 

Bahadır. tepik (o küçücük mağarada yaptığımız kampta zavallı Semra ayak ucuna yatmak gafletinde bulundu, o gece Semra’nın kimseyi rahatsız etme kaygısı ile “Bahadııırrr,” diye inleyen sesi hala kulaklarımda.. Sanırım şu tekmelerine bir son vermesini istiyordu. Yolculuğumuz boyunca oradaki kayalar kadar güçlü ve sağlamdı. Çoğu yerde emniyetimizi sağladı. Hayatımız ellerinin arasındaydı. Tek şikayetimiz sürekli acıkması idi. Yemek yerken birinin onu tutması gerekiyordu. Ama biz ona torpil yaptık, ne de olsa içimizde en çok yorulan ve en kocaman olan oydu)

Behiye: topik (şirinem benim.. O elma yanaklarının rengini suların soğuğu, gecelerin ayazı, çamura kire bulanan suratı bile değiştiremedi. Aslanlar gibi ve her zaman olduğu gibi erkeklerimize taş çıkarttı.Hatta keşiflere bile katıldı. Her zaman gülen gözleri ile ve güven veren sıcaklığı ile zaten her daim gönüllerimizin kraliçesisin sen)

İbrahim abi: torik (torik balığı en büyük ya.. En büyük abi bizim abiiii.. Her zaman gülen gözleri ve tatlı dili, özlü sözleri ile neşe kaynağımız, mümtaz ağabeyimiz, grup liderimiz.. Sen olmasan bu yolculukta bu kadar gülmezdim eminim..İtiraf etmeliyim ki seni artık daha çok seviyorum. Evet yanlış duymadın, işte itiraf eediyorum “aksel ibo’yu seviyooorrr”. Dip not: onca zorlu yolları aştık, bir şey olmadı da, evde geçirdiğin kaza sonucu yatağa düştün. Nazar bu, başka bir şey değil... geçmiş olsun..)

Orkun: tombik (nasıl da tombik, bir o kadar da sevimli idi yol boyunca.. Arada iki kere sabrını taşırmışlığım var. Bana “ e, hadi ama Aksell, burada da düşünecek ne var, geçersin işte” demesinin dışında hep sabırlı ve hep soğukkanlı idi)

Elif: tipik ( kah elinde fotoğraf makinası, kah diası, kah kamerası ile aktivite boyunca bizleri resimleyen grubumuzun en genci ve en şirini, aynı zamanda Orkun’un aşkı.. Yumuşacık sesin çok yankılandı senden sonra da kulaklarımda )

Celal: topak (İsim bulmakta zorlandığımızı itiraf etmeliyim. Kafiye olsun diye, en sona kaldığı için bunu uydurduk. Aslında ona kara bir keşifçi unvanı bulmalıydık ama lugat yetmedi işte. Sessiz sessiz kocaman işler başaran ve grubumuza asıl bu tarihten itibaren katılmış saydığım yeni arkadaşımıza kocaman bir hoş geldin diyorum. Bizim delikli kasklardan farklı olarak kullandığı sarı baretin ne işlere yaradığını sonradan anladık. O olmasa susuzluktan ölecektik o yükseklerde. Her şeye anında çözüm ürettiği gibi baretini de ip bağlayıp kova olarak kullandı, ya çektiği suları pet şişelere koymak için ürettiği çözüme ne demeli? Küçük pet şişeyi kesip huni yaptı ve basit görünen bu çözümün hayati önemini anlamak için orada olmak gerek)

Semra: titrek (ben ömrümde böyle bir üşümek görmedim. Suyu gördüğü anda titremeye başlayan arkadaşıma bu isim çok uydu. O titremeler esnasında sigaramızı yakarken, çakmaktaki ateşi yakalamakta çok zorlanıyorduk. Her kampımızda o titremesine bakmadan çorbamızı aşımızı ocağa koyan arkadaşımız, aynı zamanda Elif ile birlikte resim de çekiyordu. Yani çok amaçlı olarak kullandığımız titrek o kadar görev bilinci içinde idi ki, Bahadır’ın tepiklerine bile göğüs gerdi. Bravo)


Eveeet, henüz yolculuğa çıkmadık aslında. Ben aldım başımı gidiyorum. Biri bana dur desin)

İçlerinde en çok korkan ben olduğum halde, bir tek an bile kendimi çaresiz hissetmedim. Tek kaygım gruba yük olmaktı. Yoksa yahu, ben de burada kalırım endişesini hiç taşımadım. Çünkü biri ya önümde idi ya da arkamda. Bir el veren illa ki vardı. Hatta, işin komiği, Bahadır’a bile el veren oluyordu) Hani Celal demiş ya o kısacık ama çok anlamlı mesajında, o cılız eller.. İnanın, çoğu zaman o uzanan ellere kuvvet bile gerekmiyor. Sadece EL UZATMAK yetiyor. O kuvvet zaten içimizde vardı. Ama ihtiyacımız olan sadece bunu hissetmekti..

Her zorlu virajda bizleri bekleyen yeni zorluklara hiç pes etmedik. Bazı anlar vardı ki 7 kişi olsak nasıl yapardık dediğim oldu. Çünkü her birimiz görevimizin birer halkası idik.

Anlar çabuk geçiyor orada. Kararlar çabucak alınıp,-ki bu tamamen doğal liderlerini sanki kendiliğinden yaratarak oluşuyordu- start başladığında –ki startı kimlerin verdiği bile şimdi aklımda değil- organlar aynı anda çalışmalı idi ve çalıştı... Tek vücut olmak bundan daha iyi açıklanabilir mi? Sanki birer kene gibi yapıştık birbirimize... Sanırım dostluğumuz bundan daha iyi bir sınavdan geçemezdi.

Nerden nereye... Ben daha yolculuğa başlamadım bile. Arada kaynatıyorum ama fazla kaynıyor. (bir daha bana bu görevi verenin....) 

28.07.2006 tarihinde Valla Kanyonu ekibimiz Patlangoç’ta toplandık.

Ben Patlangoç’a gittiğimde Semra bana öğretti sırt çantamı nasıl hazırlayacağımı. Zaten ilk gelen hemen döküyordu nesi varsa ortaya. Böylece bütün çamaşırlar –neyse ki kirli değillerdi henüz- ortaya serilmişti  Alınan yiyecekler eşit kilolarda 8 ayrı parçaya bölünmüş ve torbalanmıştı. Gerçi Orkun “aşkı” Elif’in yükünü de omuzlayacak ama sonradan bizlerden tepki alacaktı. Çünkü sayısız çanta aktarmalarında herkesin elinden geçiyordu çantalar. Bazı çantalar nuh diyor, peygamber demiyordu yerinden kalkmamak için.

Ahh aşk, nelere kadirsin) Orkun kıyamadı işte aşkına, naapalım.. Tabi ki sadece Orkun değil Celal ve Bahadır’ın çantaları da çok ağırdı. Bu lafım tepki çekebilir ama anladım ki erkekler gerçekten bizden güçlü. Son durağa doğru ıslak ipi verdiler ve ben taşıyamadım yahu.. Altında eziliyordum, çanta yalpa atıyordu boyuna. Sonra bırakıverdim.. Özür dilerim Celal, belini ağrıtmak istemezdim...

Bizden çok yük taşıdıkları halde botları da taşıdılar güçlü erkeklerimiz.. Sağ olsunlar. Ama ilginç olan şu ki, hepsinin de sonradan ağrımış belleri. Olay mahallinde ağrılar bile unutulmuş...

Orkun ve Elif Ağırlık taşıma konusunun dışında da tepki aldılar grupta. Azıcık kıskandık mı ne? Habire birbirlerine -tartışırlarken bile- “aşkımmm” diyorlar ve aramızda başka aşık yok.. Bu reva mı yani? Üçüncü gündü galiba, dayanamadık ve isyan ettik. “Aşkım” aşağı, “aşkım yukarı.. Herkes birbirine “aşkımmm” diye seslenmeye başladı. Örnek:

-aşkım İbrahim abii....

-aşkım Behiyeee.. gibi.

Hala yolculuğa çıkamadık dimi? Ahh ah, uyarmıştım sizi ama dinleyen kim)

Neyse efendim, çantalara herşey torbalanarak konuyordu. Öyle bir hazırlandık ki, arabalarımızı Hamitli Köyünde bıraktığımızda, kanyona girecek şekilde çantalarımızla birlikte hazır olmalıydık. Arabada sadece dönüşte giyeceğimiz giysileri, cep telefonlarını bırakacaktık. Torbaların işlevi tartışılmaz. Çünkü önümüzdeki günler sudan çıkmayacaktık nerdeyse. Ve çantaları sudan ne kadar korusak da ıslandılar. Hele İbrahim abimizin sağlık çantası onun tüm “dikkatli oluun,” uyarılarına karşılık suya düşüp yüzen ilk çanta oldu. İşte o naylon torbaların faydası burada görülmekte. Eğer iyi sarmış ve muhafaza edebilmişsen çanta suda da yüzse içindekiler ıslanmıyor. Ama Bahadır’ın çantasında ne varsa ıslanmıştı suya düştüğünde. Çünkü Bahadır, naylonlarla uğraşmaktan daha önemli işlerle meşguldü hep. Bize emniyet sağlamak gibi.. Çoğu yerde sağlam bir kaya ya da ağaç yerine Bahadır’ı kullandık.

Çantasındaki sırılsıklam eşyaları çıkarmak bana düşmüştü o küçücük mağara kampımızda (çünkü Orkun’la birlikte o zorlu bilinmeyen denklem için keşfe çıkmışlardı) ve aman Allahım bir de ne göreyim! Yanına aç kalacağım korkusuyla zulaladığı bonibonlar ve çikolatalar torbası dışında her şeyi sırılsıklamdı. Sadece onları iyi muhafaza etmiş. Aman ne iyi geldi o bonibonlar, bir yedik bir yedik..

Patlangoç’tayız hala..
 

O akşam bizi uğurlamaya gelen sevgili dostlarımız Yılmaz, Funda, Semra Ulhanlı, Anne Semra, kızı Begüm, Mehmet İncesu, Ayhan ve Ali Demirkıran’a teşekkür ediyoruz. Bu arada anne Semra’nın bize yolluk olarak hazırladığı börekler de enfesti, ellerine sağlık...

Çantalarımızı hazırladık. Bu arada sevgili Celal’e teşekkürler. İş çıkışı oraya giderken açlığımı unutmuştum. Bir de ne göreyim. Kocaman bir tepsi börek siparişi verilmiş ve çaylar yapılmış.. O koca tepsi bizi ve misafirlerimizi doyurdu da arttı bile.. Bu da dayanışma ruhumuzun bir senedi idi sanki.. Bizi yürekten selamları ve uğurlayan, kendileri gelemese bile telefonlarla güzel dileklerini ileten ve yolculuğumuz boyunca dualarını esirgemeyen bütün trekistan *****huriyeti vatandaşlarıma sevgilerimi yolluyorum hepimiz adına. Büyük bir güç verdiniz, bu güçle kayaları deldik, suları aştık... Minnetimizin ifadesi ise her fırsatta trekist pankartımızı açmak oldu. Kayalara trekist imzamızı attık.. Sanırım Valla Kanyonu da sizi sevdi, bize o vahşi kucağını açtı ve salimen geçirdi.. Sizlere de selam yolladı...

Orkun’un uçağı geciktiği için, bizi geçirmeye gelen arkadaşlarımızı da uğurladıktan sonra, bekliyoruz sabahın 3’üne kadar. Geldiklerinde onların da çantaları hazırlanıp saat sabahın 03.30 unda yola koyuluyoruz iki araç. 1. araçta, Celal (sürücü), Semra, Orkun ve Elif, 2. araçta İbrahim abi (sürücü), Bahadır, Aksel ve Behiye yerlerimizi alıyoruz. Güle oynaya Sakarya ayrımına kadar peşpeşe gidiyoruz. Büyük şef İbrahim abimiz ve koca Bahadır’ımız küçük (!) bir yanlış anlama sonucu ters bir U dönüşü yapmışlarsa ne olmuş yani, varsın U İbrahim’e çıksın adımız, henüz kanyon fatihi değiliz. Safranbolu’da bekleyen diğer arkadaşlarımız ile, mahcup ve morarmış olarak 3 saatlik bir gecikme ile buluşuyoruz. Sonuçta yine beraberiz işte, dimi ya)

Safranbolu’dan hareketimiz saat 13.30

Pınarbaşı’na geliyoruz. Burada jandarmaya gerekli bilgileri verip form dolduruyoruz. Başımıza gelebilecek her türlü şeyden sorumlu olduğumuza dair imzalar atıyoruz. Pazar gününe kadar haber alınmazsa bizi aramaya çıkacaklarının taahhüdünü veriyorlar. O zaman daha bir anlaşılır hale geliyor işin ciddiyeti.

Jandarma’daki formaliteleri de tamamladıktan sonra Azdavay - Şenpazar üzerinden Hamitli köyüne ulaşıyoruz. Pınarbaşı ile Hamitli köyü arası yaklaşık 100 km. Burada bizi Hamitli köyü muhtarı Hüseyin Hurma ve köy halkı karşılıyor. Geleceğimizden daha önce bilgi verdiğimiz için hazırlıklılar. Çaylarımızı içip hazırlıklarımızı yapıyor ve araçlarımızı Hüseyin amcamıza emanet edip bize önceden ayarladığı minübüsle tekrar yola koyuluyoruz. Hüseyin amca bizi uğurlarken “ bakalım bu sefer kaç enkaz toplayacağız “ demekten alamıyor kendini. Saat 19.00...

Hamitli köyünden ayrılarak yeniden geldiğimiz yöne dönüyor ve Şenpazar-Azdavay- Pınarbaşı üzerinden ilerleyerek Küre Dağları Milli Park alanı girişine geliyoruz. Buradan Muratbaşı Köyü`ne giderek henüz kullanıma açılmış olan yoldan Köy Muhtarı Hikmet Sansar’ın oğlu rehberimiz Erol eşliğinde Kanlıçay ağzına geliyoruz. Saat 23:30... ateş yakıp karnımızı doyuruyoruz. Celal’in her şey serbest manasına gelen değişik komutunu vermesiyle herkes alabildiğine gevşiyor, rahatlıyor, şehir insanı kimliğinden sıyrılıyor) Bu akşam burada konaklayacak ve sabah kanyona giriş yapacağız.

30.07.2006 saat 08:30 ...

Kahvaltımızı yapıyoruz. Ağır ağır ve artık işin ciddiyetine uygun adımlarla çantalarımızı sırtlanıp kanyon içine doğru ilerliyoruz. Kanyonun başlangıcında botlarımızı şişirip o devasa kaya duvarlarından suların içine süzülüyoruz. Saat 09:30... İlk suya atlayışımız çok keyif veriyor hepimize. Henüz hava sıcak ve sıcaktan bunalmış bedenlerimiz bu soğuk duştan pek memnun. Çığlıklar atarak sevinçle yüzüyoruz.

Hareket noktamızdaki ölçüm bize 330 metrede olduğumuzu gösteriyor. Birkaç kez çanta aktarması yaparak Seyirtepe`ye geliyoruz. Burası Devrekani Çayı ile Kanlıçay`ın birleşim yeri. Kanyon, asıl olarak burada başlıyor. Valla Kanyonu`nun adını duyuran meşhur kazaların - ölümlerin olduğu Seyirtepe 400 metre yukarımızda ... Aşağıdan bu tepeye bakmak bile insanı ürkütüyor. Bir de yukarıdan aşağıya bakmak nasıl bir şeydir siz düşünün!

Biz, geçen seneki Kastamonu- Daday yolculuğumuzda buraya gelmiştik ama saat akşamın 5’i olduğu halde etraf o kadar karanlıktı ki, aşağıyı görememiştik. Bu sanki bir davetti... Kanyon bizi çağırıyordu, ama sanki o görmediğimiz, ama çağıl çağıl uçurumun iki yanından akan suların gizemli ve kulak tırmalayıcı sesleri ile kurallarını hatırlatıyordu bir yandan da.

O sesler kanyon boyunca kulaklarımızı tırmaladı. O kadar ki, bir dahaki sefere kesinlikle bir telsiz cihazı şart kararı aldık. Çünkü iple keşfe giden Orkun, ipi boşalt mı diyor, ipi boşla mı diyor anlaşılmıyordu çoğu yerde. Pür dikkat kesilsek de, soluklarımızı tutsak da, su yutuyordu Orkun’un canhıraş bağırmalarını. Görmüyorduk onu. Sadece tahminle ipi boşluyor ya da boşunu alıyordu Bahadır. Çok gergin anlarımızdandı bu anlar..

Bu, bir oyun değildi...

Evet, değilmiş... Ama bizler bu tehlikeli macerayı bile bir oyun tadında yaşamayı başardık. Pek çok ayrıntı var, buraya sığmayacak olan. Ve bu 8 cesur yüreği sanırım Valla Kanyonu da sevdi usul usul... Ondan izin istemiştim girerken, başımı o bin metrenin üzerindeki doruklarına kaldırıp; hepimizin sağ salim çıkabilmesi için. Bizlere zarar vermemesi için. Minnettarım ona, bittiğinde bütün yüreğimle teşekkür ettim..

Celal`in amacı, girişi Devrekani kolundan yapmaktı ama bizi taşıyan araç sürücüsünün azizliği sonucu biz Kanlıçay`dan giriş yapmak zorunda kalıyoruz.

Öğle yemeği için (öğle yemeği dedikse sıra yemeği sanmayın, kuru üzüm – badem- fındık – kayısıdan ibaret) bir adacık üzerinde mola veriyoruz. Burada giriş yönümüze göre sağımızda jakuzi yapan bir düşüş var, yaklaşık yarım metre boyunda. Burada bir eğlence yaşıyoruz. Zaten her fırsatta çocuklaşıyorduk. Kanyonun zorluk olarak bize verdiği izinleri dolu dolu kullanıyorduk. Bu sayede moralimiz yüksek ve dayanışma ruhumuz hep canlı kaldı.

Yolumuz daha çok uzun. Geçen seneden adı “Kemal`in Yeri” olarak kalan mevkiye varıyoruz.100 metre kadar geçip sağda kısa bir ip inişi yapıyoruz. Daha sonra indiğimiz kayadan bulunduğumuz hizadaki karşı kayaya makara sistemi kurarak geçiyoruz. Bunu zorunluluk olarak değil biraz hareket katmak adına yapıyoruz. İyi de ediyoruz, çok keyifli oluyor. Burası kanyonun ilk zorlu kabul edilebilecek noktası . Yani ilk ekşınımız.

Biraz daha ilerliyoruz. Solda ağaçlık bir alan buluyoruz. Buraya “BAHADIR`IN YERİ” adını veriyoruz. Çünkü keşifte o buldu burayı. Konaklamaya uygun bir alan. Kanyon içinde ilk kampımız. Şimdiden sabahki sucuklu yumurta keyfinin hayaline daldım. İlk kanyon sabahı için böyle bir lüks ayarladık.. Çok yorulduk, sıcak bir çorba her şeye değer şimdi... Sevgili Semra, sen olmasan sanırım zorlanacaktık yemekler konusunda. Ne de olsa oldukça tecrübelisin, geçen yıldan.. Biz diğer hatunlar ancak sana yamaklık yapabildik. Saat 18:30... Bugün ziyafet var. Çorbanın ardından etli patates ve katran karası çay... Saat 22 olduğunda grubun yarısı sızmıştı. Kalan yarısı da sevgili Trekistli dostlarımız için düzenleyeceğimiz raporun notlarını alacak. Semra’nın notları bu raporda çok işe yaradı arkadaşlar. Teşekkürler ona.

31.07.2006

2 . günümüzde saat 08:00`de günaydın diyoruz. Henüz takvimleri unutmadık. Günlerden Pazartesi, günlerden 31 Temmuz... Bu hafıza yarın şaşacak, ee beşer bu şaşar... Ama sıkı durun kahvaltımız muhteşem bir ziyafet : Sucuklu yumurta ! (işte hayallerim gerçek oluyor) Ellerine sağlık sevgili Celal..

-Bahadırrrrrrrrrrr , hepsini bitirme yaa((

Saldırıyoruz hepimiz de tencereye... Neyse ki henüz Bahadır’ın kupası kırılmadı. Onsuz içeceğim çayın kıymetini bilememişim)

Güne koyulmalı artık gidecek yolumuz uzun. Rakım 310. Bugünkü hedefimiz İkiz Ağaç. (geçen sene takılan isim bu) Celal ve Semra’nın rehberliği ile, henüz kendimizi güvende hissediyoruz. Ne de olsa buralar tanıdık..

Saat 10.00 da baltalar elimizde çantalar sırtımızda sol bloktan bir süre yürüyoruz. İlerde botları suya indirip sudan ilerlemeye başlıyoruz. Kamp alanına kadar sürekli aktarma yapacağız. Sık aralıklarla küçük su düşüşleri var. Botlar suya, çantalar bota, biz suya, yürü,yüz, yürü, yüz, yüz... Aralarda şarkılarımız da var ama : Ah Asım aman Asım sen ne dersen tamam Asım ! (kulakları çınlasın)

12.30’ da soldaki yüksek bir kayanın üzerinde öğle yemeği (bakınız :ilk öğle yemeği menüsü) yedikten sonra yürüyerek yola devam ediyoruz. Bu arada bir notu eklemek lazım. Öğle yemeğimizde kuru kayısı ilavesini görünce pek seviniyoruz. (dün yoktu da) Çünkü, meğer hepimiz –söylemesi ayıp- kabız olmuşuz. Sanırım normal bir durum, onca gerginliğe bağırsak mı dayanır. Kuru kayısının en iyi ilaç olduğunu biliyoruz tabi ve asılıyoruz. Ama Behiye uyarıyor.

-Arkadaşlar, en fazla 6 tane.. Fazlası ishal yapar. 

Bana kalsa 12 tane yerdim ya, neyse.. Bir kişi bir şey söylemişse, bu doğrudur. Altışar tane yiyoruz. İşe yarayıp yaramadığını akşam kampımızda göreceğiz. (az sonraaa)

Rakım 280`düşüyor. Yol bitiyor yine suya ineceğiz. Botlar suya ,çantalar bota, biz suya... Buz gibi su içimize işliyor. 2 kez boğaz geçiyoruz. Botları hafif yanlayarak geçiyoruz buralarda. 2 boğazı aştıktan sonra mağaravari bir geçiti geçip bir gölete varıyoruz. Biraz daha yüzeceğiz.

Veee : Mola ! İkiz Ağaç`tayız. Sudan yüksekliği yaklaşık 15 metre olan kamp alanımız oldukça şirin ve dinlenmeye uygun. Saat 14.30... Bugün erken bitiriyoruz faaliyeti. İlerleyebiliriz ama dün akşam iyi dinlenemedik, daha uygun bir konaklama alanına kadar gücümüz kalmayabilir.

Sonra ilk banyo denememizi yapıyoruz önce Behiye saçlarını şampuanlıyor.

İlginç! hiç köpürmedi…

Sonra Bahadır, hoş saç da yok ya kafasında, onunki de köpürmüyor. Kim denerse aynı şey.. Köpürmüyor.

Behiye fikir yürütüyor; “Su soğuk ya, o yüzdendir”. Ben banyo alanına indiğimde, nasıl da mutluydum, sevgili arkadaşlarımın dertlerinden habersizdim. Meğer şampuan köpürmüyormuş. Huşu içinde elime şampuanı döktüğüm anda anladım kıvamından.

-E, bu şampuan değil ki, saç kremiiii...

Yahu bazı şeyleri anlamıyorum. Biri bana anlatsın. Benden bu kadar akıllı olan bunca insan, nasıl olur da şampuan ile kremi birbirinden ayırt edemez? Üstelik iki adet ve ikisi de kremmiş...

Ne gam!! Saçlarımız temiz olmasa da en azından yumuşak olsun canım...

Burada şelalenin dibine kadar suyun altından gidiyoruz. Şelalenin dibinden çıkıp onun gücüne akıntıya kendini bırakmak çok zevkli. Behiye ve Semra hayatlarında ilk defa 2 erkek tarafından aynı anda yıkanıyorlar ki bu konforu biz hamamda bile bulamadık)

Banyo keyfimiz de bitti. Akşam yemeği hazırlıkları başlıyor. Derken Bahadır ortadan kayboluyor. Bu çok doğal, Doğal ihtiyacını karşılayacaktır, merak etmiyoruz ilkin. Ama gelmek bilmiyor.

Derken...

Bir düdük sesi ortalığı çınlatıyor. Hemen anlıyoruz. Kayısı işe yaramış. Hem de ne yaramak.. Hiç o anki kadar mutlu bir ifade görmemiştim Bahadırın yüzünde.

Bu düdük olayı anında bir ritüel haline geldi ondan sonra, aramızda. Her giden arkadaşımızı selametle uğurlayıp, düdük sesini bekliyorduk. Ve duyduğumuzda, seviniyorduk. Ortaya çıkan düdükçü geçmiş olsun nidaları ile karşılanıyordu.

Bugünkü yemek menümüzü merak ediyorsunuz değil mi ? Domates çorbası, bezelyeli etli patates ve bulgur pilavı. İnsan kanyonda ne yemek çeşitleri yaratıyor bir bilseniz. Bol sohbet, şarkılar, türküler, ee göbek atmadan olmaz. Çökertme bile oynadık. Arka fonda çamaşır ipine asılı ıslak çamaşırlar... Kanyon yolculuğumuzun en light günü ve gecesi idi bu gece. Hem erken bitirmiştik gündüzü, hem de geceyi uzatmıştık, bol bol dans ve şarkılarla.. müzik mi? Ne gam? Bir ara emekleyerek çıktığım arkası uçurum olan kayaların üzerinde aşağıda oynayan Semra ve Elif’e özenip ve oraya kadar inmeyi beklemeden mevlana oynamaya çalıştığımı ancak beni tanıyanlar anlayabilir.. Bir ara nerede olduğumu hatırlattı bana birileri, ve aman allahım! Nasıl da çöktüm o anda) eee, tırsak dediğin böyle olur..

Bahadır dedi ki,

-Ben uçurumların başına gidemezdim. Yüksekten ürkerdim. Ama şimdi bu korkumu yendim.

Bunu söylerken neredeyse keçi gibi sekiyordu en olmadık yerlerden. Ah! Bir de ben yenebilseydim ya.. Kanyon bitti, ben hala korkuyorum.. İyi ki yalnız değilmişim... Kaç kereler (sayısını bilemedim) Celal köprü oldu, üzerine basıp geçtik. Kaç kereler Bahadır sanki çocuğunu sırtlar gibi aşırdı bizleri bir kayadan ötekine, Gölgem hep İbrahim abimin üzerine düştü yol boyunca. Arkada kalıp bizleri kollamayı üstlenmişti o da.. En ihtiyaç duyduğum zamanlarda ise arkamdaki insan, önümde bitiveriyordu. Sanki içimi okuyordu. Ben hiç yardım istemedim arkadaşlar.. Hiç birimiz yardım istemedik daha doğrusu.. Çünkü yardım kendiliğinden geliyordu..

Al işte, yine dağıldım.. Kaldığımız yere dönelim.

İkiz Ağaç ve yavaş yavaş uyku mahmurluğu çöküyor gözlere. Gece kayboluyor kayan yıldızların arasında...

01.08.2006

Bugün günlerden neydi ? Tek anımsadığımız 3. günümüz kanyonda. Pazartesi miydi Salı mıydı ? Hiçbirimiz parayı, cep telefonunu, ödenmesi gereken faturaları, eksoz dumanını, masasında biriken işleri anımsamıyor. Burada ne trafik polisi var, ne mesaiye gecikme telaşı, ne elektrik kesintisi, ne kimlik kaygısı, ne komşu evdeki kavga, ne kırılan bardakla bozulan en güzel misafir takımları... Bizim başka bir dünyamız var burada. Aynı bardaktan su içmek dert mi, biz yarın aşacağımız engellerin hayalindeyiz. Kaygılarımız başka... Öyle ki kanyondan çıkınca demir paraya uzun uzun bakıp bu neydi diyeceğiz. İbrahim abinin bir kağıt 5 YTL’si kalmış sigara paketinin jelatini arasında. Baktım öyle uzun uzun, ya bu neydi diye.. Yabancı geldi öylesine.. Daha üçüncü günde bunu yaşadık işte.. Sizin için dönen dünya bizim içinde aynı dönüyor ama başka başka yaşamlardayız. Bir kez daha anlıyoruz, her fark insanı biraz daha büyütür, her yaşanan yanına kardır insanın!

06.30`da 3. günümüze uyanıyoruz. Nerede kalmıştık ? Gece herkes uyurken 2 kişi kayan yıldızları bekleyip kim daha çok gördü yarışına girecekti. Sabah uyanınca da uyuyanlara ballandıra ballandıra bu tatlı yarışı anlatacaklardı.

Tam da burada bir ek daha yapmadan duramayacağım. Bizler orada öyle kaynaştık ki, ne herhangi birimizin horlaması, ne yediğimiz içtiğimiz kapların kiri pası, ne de gaz ve sindirim problemlerimizin doğal sonucu olan envai çeşit gürültü ve kokular bizi rahatsız etti. Yani kısaca tek başımıza imişcesine rahat, o kadar özgür, bir o kadar da barışıktık birbirimizle. Hep diyorum ya, tek bir vücut olmuştuk.. Ama bir o kadar da saygılı idik ve sevgili idik birbirimizle... Kolluyor ve sakınıyorduk... Çünkü herhangi birimizin gerek beden gerekse ruhunda acıyacak bir yara hepimizi o kadar kanatacaktı, biliyorduk...

Burada yine Bahadır ve Celal’in bir fotoğrafını aktarmanın tam sırası..

Dördüncü kamp yerindeyiz. En zorlu kamp yerimizde, yani bacalı mağaradayız. Celal ayağını uazatıyor Bahadır’a ve diyor ki;

-Ayağıma kıymık battı çıkarır mısın?

O anda Behiye’nin manikür seti bulunuyor. (yanlış duymadınız, Behiş manikür setini taşımış anarşist ruhu ile, kuralları hiçe sayarak. Oysa bir cımbızın ağırlığı bile hesaplanmıştı.. Sadece ben kurallara uymuşum. Bahadır da bonibonlarını kaçak sokmuştu)

Ama iyi ki manikür seti varmış. O karışıklıkta, nefeslerimizin bile dar geldiği o daracık yerde nasıl da aranılan her şey acilen bulunuyordu, hala anlamıyorum.. Takım ruhu bu olsa gerek...

Cımbız çıktı ortaya ve Bahadır çıkarıverdi kıymığı. Sonra söylediği şey hepimizi çok duygulandıracaktı.

-Ben ömrümde hiç kimsenin ayağını tutmadım, tutamazdım..

Ben anladım ki, bu yolculuk hepimiz için bir devrimdi. Korkular, takıntılar çöpe atıldı.. Yepyeni bir ruhla çıktık kanyondan. Kabuk değiştirdik. Celal’in dediği gibi bu yolculuğa keşke herkes çıksa da savaşlar ve şiddet son bulsa.. Savaşarak kaybediyor insanlık. Barışarak ise çok şey kazanıyoruz.. İnanıyorum ki, ne Celal unutacak o anı ne de Bahadır. Hatta hiç birimiz unutmayacağız.. Bazen tanıklar da unutulmaz karelerin birer vazgeçilmezidirler.. Tıpkı o an gibi..

Neyse, burunlarımızı çekip yola devam edelim mi?

Kahvaltıdan sonra yine koyuluyoruz yollara. Bulunduğumuz yerde seviye 280 mt. Çantalarımızı sırtlanıp saat 08.30`da sağdan suya doğru ilerliyoruz. Botları suya indirip çantaları yine bota aktaracağız. Suya ilk atlayan ekip şefimiz İbrahim. Atlarken ağzını açık tuttuğu için yuttuğu sular yüzünden nefessiz kalıyor. Sudan başını çıkardığında kıpkırmızı yüzü hepimizi korkutsa da o bağırıyor.

-Bana bir şey olmaz !

Çak!

-Bana da bir şey olmaz !

Çak!

Ah abicim ya, ekşın yapacağım diye kendini bu kadar unutmasan ya) O kıpkırmızı yüzünü görünce önce panik olduk ama sonradan çok güldük... 

Havanın serinliği suya girmeye korkutuyor insanı. Titrek Semra ve Tırsak Aksel’e burada torpil yapılıp botların üzerine alınıyorlar. Kalan bayanlar nasılsa wetsuitliler (neoprenliler). Aaa su sıcacık! Korktuğumuz olmadı. Şu doğa her vakit şaşırtıyor insanı. Yahu kanyon boyunca ilk ve son defa bota bineyim dedim onda da su hamam gibiymiş.. Doğuştan şanssızım.. Neyse..

Uzun bir yüzme faslı var. Sonra daracık bir tünel ki insanda “ gökyüzü aslında hiç var olmamış “ duygusu uyandıran bir yitiklik ... Sonra doğanın şakayı seven öteki yüzü : Kocaman bir havuz!

Yüz yüz yüz.

Burada vadi şekil değiştiriyor. Sağa doğru oya gibi,dantel gibi kıvrılan kayaların arasından sudan çıkmış balıklar gibi soldan karaya çıkıyoruz ıslak ıslak. 250-300 metrelik bol dikenli bir yürüyüşümüz var. Hayatın dikenleri yolları karşısında bu dikenler ne ki, bize vız gelir bunlar. Her dikenli yolun sonunda insanın içini ısıtan sıcacık mutluluklar yok mudur ? Doğa harikası kaya-köprüye geldiğimizde bizim içimiz de işte öyle ısınacak. Fotoğraf fotoğraf ille de fotoğraf... Üç fotoğrafçıya 5 konu mankeni ne malzemeler yaratır. Uzun soluklu bir mola veriyoruz doğal olarak. Köprünün önüne arkasına botla dolaşıp farklı cephelerden fotoğraflar çekiyoruz. Bahadır ve Celal köprünün üzerine tırmanıyor, suya atlıyorlar. Evet artık yola devam... Uzunca bir koridordan geçeceğiz. Bugün su çok güzel. Yüzmekten çok keyif alacağız. Koridorun sağ tarafında kayaların arasından kah gelin gibi, utana sıkıla akan kah içindeki coşkuya sığamayan suların altından geçiyoruz. Kimimiz suların altında ağızlarını açıp kana kana içecek, ohhh afiyet olsun dostlar.

İlerleyip geniş bir alanda aktarma yapıp sağ bloka geçiyoruz. Burası 2005 geçişince YAĞMUR YERİ adını alan yer. Ve yine su ! Kanallar arasından geçerek 2 zorlu geçişte aktarma yapıyoruz, sonra öğle yemeği molası (bakınız :önceki öğle yemeği menüleri ) . Sonra yine yola devam. Solumuzda (nasıl bir yerde durduğumuzun ayırdına sonra varacağımız) bir kaya üzerindeyiz. Durup az önce dinlendiğimiz kayaya baktığımızda ürküyoruz. Biz bu kayada nasıl durup da dinlenmeye kalkışmışız?

Yorulmuşuz. Hakkımız dinlenmek. Buradan karşıya sağa geçiyoruz. EXIT GÜLTEPE yazısının olduğu yere geliyoruz. Burası da geçen yıl EXIT adını almıştı. Yazımızın başında bahsettiğimiz meşhur dönemeç burası. İşte ın ın ın ınnnnnn ... Bundan sonrası bir meçhul.

Biz burada kamp yapacağız. Daha şimdiden, yarını düşünmenin alemi yok.Bir çorba içip ısınalım. Odun toplayıp ateş yakıyoruz. Her zaman olduğu gibi Celal yakıyor ateşi. Semra ise anaç annemiz.. Hadi Semra, çabuk ol, acıktıkk... Çorbanın ardından makarna yiyeceğiz bugün. Hepimiz kendi çantasından bir şeyler eksiltmenin derdinde ‘bende makarna varrrr’

‘ mercimek mi pişireceğiz bende var’... Uzun sohbetlerin ardından artık yatma vakti. Komşu sohbetlerden ayrılabilirsek tabii...

02.08.2006

Sabah 08.00`de uyanıp kahvaltımızın ardından soldan yan kaya blokuna geçeceğiz. Buradan 500 metre kadar ileri de ip inişi ile suya ineceğiz. Önce Orkun ve Celal keşif yapıyor. Keşif uzun sürecek. Burası üstü örtülü olarak bilinen ve bugüne kadar aşağıdan yani sudan kimsenin geçiş yapmadığı bölüm. Kanyonun en zorlu noktası. Aşağıda büyük bir kaya iki duvar arasına sıkışmış. Altından su akıyor ama kayanın biraz gerisinde 5-6 metrelik bir şelale yapıyor su. Hemen devamında kayanın altından oldukça yüksek bir debi ile devam ediyor. Gidiş yönümüzde yine kaya duvarlarını birbirine bağlayan ve suyun üzerini tamamen örten kayalar var. Devamında da altta suyun akışı ortadaki kaya nedeni ile ikiye bölünüyor. Bugüne kadar bu kanyona gidenlerin EXIT GÜLTEPE yazan yerden ormana girip solu izleyerek ileriden ip inişi ile suya indiği bilgisini almıştık. Aşağıya indiğimizde bu bilginin doğru olduğunu anlıyoruz. Buraya kadar daha önce geçen kişiler olduğunun izlerini görmüştük, ama burada daha önce insanların bu yolu kullandığını gösteren hiçbir belirti göremiyoruz, ki buradan geçilmesi halinde geçiş zorluğu nedeniyle iz kalmaması mümkün değil. Yukarıda emniyet alarak aşağıda ortada duran kayaya iniş yapıyoruz.

Burada bir “*****ar”ımız aşağıya düşüp kaya arasına sıkışıyor. Celal çatal gibi bir dal parçası ile (orada o kayanın üzerinde nasıl buldun o minik dal parçasını ey Celal) nerdeyse yarım saatlik bir sabır sonucunda, 4. denemede *****arımızı kurtarmayı başarıyor.

Botları aşağıya aktarıyoruz. Suyun debisi o kadar yüksek ki, bota bağlı arka ve ön ipleri yukarıdan tuttuğumuz halde zaptetmekte güçlük çekiyoruz. İşte yazının başımnda bahsettiğim ekip çalışması burada gerçekleşiyor. Tam bir uyum.. Sekiz kişi, sekizimiz de asli birer görev üstleniyor. Burada oldukça çok zaman kaybedeceğiz. Hepimiz tüm dikkatini yaptığı işe vermiş durumda. Gerçekten küçücük bir dikkatsizliğe tahammülü olmayan bir yerdeyiz. Rakım 245.

Çantaları bota aktardıktan sonra ekibimizin bayanları iple suya indirilecek. Akıntı kısa sürede bitiyor bu yüzden yüzerken herhangi bir risk yok. Üstü örtülü alandan devam ediyoruz. Adeta bir mağara içindeyiz. Yol sağa doğru kıvrılarak yaklaşık 200 metre sonra bitiyor. Sağdan bir ağaç kütüğünün köprü yaptığı bir kovuğa varıyoruz.

Evet yanlış duymadınız; burası bir kovuk. Çok yorgunuz, ne yorgunu, bitkiniz. Devam edersek mola vereceğimiz en uygun alana ulaşmak için ne kadar mesafe kat edeceğimizi kestiremiyoruz. Ve burada konaklamak zorunda kalıyoruz. Tahmini ölçülerimize göre burası 6-7 metrekarelik bir yer. Kişi başına 1 metrekare bile düşmüyor. Yukarıda gökyüzü, yükselen iki kaya kütlesinin üzerine pineklemiş koca bir kaya ile ikiye bölünmüş durumda ve içerisi zifiri karanlık..

Ben buraya, o ağaçtan basarak geçtiğimde yola devam edeceğimizi düşünüp, yukarı çıkış istikametindeki ürkünç kayalara bakarak, ne kadar zor diye hayıflanırken, aa! bir de ne göreyim, millet çantaları indirmiş..

-Heyy, neler oluyor?

Kamp yapacağız burada dediklerinde neredeyse düşüp bayılacaktım. İşte o zaman isyan ettim.

-Yahu kadın, senin ne işin vardı buralarda.. Mis gibi bir tatil keyfi dururken, burada bu iğrenç mağarada ne işin var?

Ama bir an’dı o sadece. Herkes gülünce, ben de katıldım onlara. Biz, her durumda mutlu olabiliyorduk.. İşte unuttum bile isyanımı.. Azcık nefes alan bir yerde Celal yine yakıyor kamp ateşimizi. Semra yine Makarna yapıyor bize. Bahadır’ın ıslak çantası işte bu daracık yerde açılıyor ve kurutulmaya çalışılıyor tarafımdan. İşte bonibonlar burada deşifre oluyor. Neredeyse bütün çantalar ıslak. En acil olanlar, (ilaçlar gibi) ilk kurutulması gerekenler.. ateşin başında tek tek ıslak naylonları kurutmaya çalışıyorum.. O küçücük yerde bütün çantalar dağıldı mecburen. Artık her bir şey birbirine karışmıştı. Ama yine de aranılan her şey anında bulunuyordu. Celal’in ayağındaki kıymığı çıkaran cımbız işte bu karışıklıkta çıkmıştı ortaya. Bu bir mucize olsa gerek..

Orkun ve Bahadır keşfe gidiyor. Kalanlar ateş yakıp çorba yapacak, bir yandan da burayı biraz olsun kullanılabilir duruma getirmeye çalışıyor, zemini temizliyor. Eşyalarımızı açmak bir dert, her şey birbirine karışıyor. Ama biz burada bile eğlenmeyi başaracağız. İşte insanın her duruma uyum sağlaması bu! Anladık ki biz ergonomik insanlarız. Tabii buranın zorluğunu en fazla yaşayan kişi Bahadır. Garibim sığmıyor işte, sığmıyor yok ötesi. 2 metre olmak elinde değil ki. İnsanın değiştiremeyeceği şeyler de var kaderinde . Ama Bahadır`ın uzun boyundan nasibini alan başkaları da var. Gece uyumamak bir yana bir de Bahadır`ın ayak darbelerine maruz kalan zavallı Semra . Tabi. soldan gelen ayak darbelerinin müsebbibi Bahadır`sa da sağdan kafasının ve yüzünün ortasına gelen ayakların Bahadır`a mı yoksa Aksel`e mi ait olduğunu keşfedemiyor. Burada bile bir horultu yükseliyor: İbrahim! Sevgili ekip liderimiz ULU MANİTU İBRAHİM. Bir de Behiye var ki, gören de başkan yardımcısı sanacak, kral dairesi olmasa da rahatı yerinde. Aşkım aşkım Elif ve Orkun ortada bir yerde kıvrılmış durumdalar.

Celal ve Bahadır ile birlikte yan yana eni birine yetecek bir alana sığmayı başardık ya bundan gayrı her koşulda yaşarız sanırım.

Burada tuvaleti gelecek diye korkuyor insan. Artık öyle bir hal aldı ki tuvalet ihtiyacımız için o korkunç kayalara tırmanmayı göze alamayıp, “arkanızı dönün, bakmayın” diyerek en uygun yere çömüyorduk.

“BACALI MAĞARA” adını verdik buraya.

03.08.2006

Sabah 05.40`da ayaktayız hepimiz. Uyanıyoruz diyemiyoruz uyuduk diyemediğimiz için.

Kahvaltı bile yapmadan çıkıyoruz buradan. Eşyalar karmakarışık herkes eline ne geçerse çantasına atıyor. Ama bu çıkış aynı zamanda üstü örtülü kısmın da bitişi. Aydınlıktayız. İleride bir sifondan çantaları ip yardımı ile bota indiriyoruz. Buradan suya atlamak mümkün ama iki duvar arası mesafe dar, atlayışta çarpma riski var bu yüzden omuzlarımızdan iple suya iniyoruz. Devamı açıklık ve dingin su. Bir süre suda ilerliyoruz.

Arada aktarmalar yaparak solda kahvaltı yapmak üzere uygun bir alan bulup ateş yakıyor ve kahvaltımızı burada yapıyoruz. Saat 08.30. Burada bir yavru ceylan boynuzu buluyor Bahadır. Bu yüzden “ÇİFT BOYNUZ” adını veriyoruz buraya.

Coğrafya artık yavaş yavaş değişiyor. Duvarlar arası genişlik artık daha fazla, duvar yükseklikleri giderek düşüyor. Su düşüşleri daha az . Rakım 200.

Uzun bir yol alacağız. Küçük küçük ve sık aralıklarla su düşüşleri var. Bu yüzden sık sık çanta aktarması yapmak zorundayız. Bizim için yorucu ve uzun bir gün olacak. 2 kilometreden fazla mesafe alıyoruz. Ve artık yavaş yavaş kanyonu bitiriyoruz. Soldaki pınarları görünce artık yolumuzun bitmek üzere olduğunu ve köye yaklaştığımızı biliyoruz. Ama gün bitmek üzere, güneş elini eteğini çekmiş, hava pırıl pırıl maviliğini loşluğa devretmiş.

Son kalan enerjimizle ‘ÇIKTIK AÇIK ALINLA BU YIL DA BU KANYONDAN’ marşımızı söylüyoruz. Bir de devamını getirebilseydik bu marşın. Tabii tek güftemiz bu değil kanyon boyunca; ne güfteler ürettik, İbrahim`in atasözleri cabası. Bir de aklında kalabilseydi. Onun yanına bir sekreter lazım. Kanyon sekreteri.

Köy yolunu yürüyecek takatimiz kalmadığından emin olduğumuzda solda kamp yapmaya karar veriyoruz. Rakım 160. Kanlıçay girişinden itibaren bu noktaya kadar aldığımız ölçümler

Toplam 170 metre bir düşüş olduğunu gösteriyor.

Bu son gün en çok yorulduğum gündü. Sabah 05.40, akşam 20.00 .. Nonstop yürüdük indik, çıktık.. Azimle bugün bu kanyonu bitirmeye kararlıydık çünkü. İşte ilk, insan ayak izi, işte ilk inek pisliği, işte tahta köprü... Oleyyy.... İşte başardık... Acaba nasıl görünüyoruz? Aynamız yoktu.

Ayna yerine birbirimizin gözbebeklerini kullandık. O sevecen bakışlar bizim nasıl göründüğümüzün birer aynası idi..

Yine trekist pankartımızla resim çekiyoruz. Tek tek resimler de çekiliyoruz. Her birimizin yorgunluğunu bastıran bir başarı ifadesi var resimlerde.. Oysa o kadar yorgunuz ki...

04.08.2006

Sindire sindire yaşadığımız kanyon maceramız 04.08.2006 *****a günü Hamitli Köyün`de son bulacak. Hepimizin hayatına kattığı güzellikler, dostluklar, sevgilerle... Köyde in cin top atıyor, meydana seriliyoruz. Sonra yavaş yavaş etrafımızı çevreliyor hanelerinden çıkanlar. Jandarma’ya telefon edip çıktığımızı haber veriyoruz. Enfes bir kahvaltı masası hazırlıyor bize köydeki dostlarımız. Her evceğizden koca siniler içinde muhteşem kahvaltılıklar geliyor. Domatesi, biberi ve cam bardakta çayı meğer ne kadar özlemişiz.. Gözümüz karnımızdan daha aç, ne gelirse silip süpürüyoruz. Yiyeceklerimizden artan –ki bayağı artmış- açılmamış paketleri köylüye bırakıyoruz. Onlara alışmışız. Bizleri kanyona yolcularken ortalarda dolaşan çocuklar sanki, hiç o kanyona girmemişiz gibi, donmuş bir kare gibi kaldığı yerden devam ediyorlar sanki devinimlerine.. Zamanı unuttuk.. Zaman hem çabuk geçti, hem de sanki bir ömür sığdı.. Garip bir duygu bu...

Vedalaşarak buradan ayrıldığımızda saat 12.30 olmuştu. Buradan ver elini Safranbolu... Bağlar Mahallesi’nde Karagözlerin evinde konaklayacağız. Harika bir yaşam alanı yaratmışlar kendilerine. Pek memnun kaldık.

O cennet bahçedeki dut ağacından dut toplayıp Ahmet Amca’nın kanununu dinleyeceğiz bir süre. Sonra da hamam safası. Hamama giderken, kızlar ve erkekler ayrıldık; ama öyle alışmışız ki birbirimize, hamam sefamız bile sanki yarım kaldı..

Şimdi kutlama zamanı.. Kanyon boyunca dilimiz damağımız kurudu tabi.. Gece boyu uzun uzun sohbetler ve yolda diğer arabadakilerin güftesi ile harika bir koro eşliğinde bizim şarkımızı okuyoruz. Şarkının içinde hepimiz varız. Çocuklar kadar şeniz ve çok mutluyuz...

Bilinmeyen bir dünyadan gelmiş gibiyiz, üzerimizde tuhaf bir uyum çabası, sıcak hava yüzümüze çarptığında geri mi dönsek kanyonun buz gibi sularına demekten alamıyoruz kendimizi...

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra yine yollara düştük. Celal, beli ağrıdığı için direksiyonunu Bahadır’a bıraktı. 1. araçta, Bahadır, Semra, Orkun ve Elif, diğer araçta İbrahim Abi, Celal, Behiye ve ben vardık. Yol boyunca birbirimize nispet yaptık, daha çok eğlenme konusunda. Bir ara pencerelerden Celal ile birlikte sarktığımı hatırlıyorum. Sahi Celal, senin belin ağrımıyor muydu?)

Bir azizlik oldu sonra. Bizim araba benzinciye girdiğinde su akıttığını gördük. Çekici çağırdık ve Adapazarı’na kadar çekici üzerinde geldik. Çok keyifliydi. Ben hayatımda ne çok ilk yaşadım bu yolculukta yahu.. Çekicideki araba içinde gitmek de bunlardan biriydi. İbrahim Abi Çekici şoförünün yanına geçtiğinde üçümüz mışıl mışıl uyuduk, yüzümüzde yapışık bir tebessümle..

Adapazarı’nda ıslama köftelerimizi yiyip, yola devam..

Artık Anadolu ve Avrupa yakası yolcularının ayrılma vakti. İçimiz buruk.. Birbirine karışan eşyalarımızı ayırırken, Bahadır’a gözüm takılıyor. Nasıl da ağlarmış, .. Çok duygusal bir an bu.. Vücudumuzdan et koparmak gibi canımız yanıyor.. Tek vücuttan sekize bölünme vakti tekrar. Ama bu doğum oldukça sancılı geçiyor.

Ne mutlu ki, daima birlikteyiz.. Her fırsatta, iyi günde olduğu kadar kötü günde de yanyanayız.. Bu kısacık ayrılıklar vız gelir bize.

BİZ ASLINDA HİÇ AYRILMADIK Kİ.....

İşte bir kanyon daha böyle geçti dostlar. Biz mutlu olduk keyif aldık. Darısı gidemeyenlere...

Son söz olarak;

Sabrınıza hayranım..

Heyy Bahadır, 50 sayfayı geçti mi dersin?))
Aksel  Ağan

Okunma 20021 defa
Yorum eklemek için giriş yapın