Ağrı Kuzey Kış

 

Uzun zamandan beri Ağrı dağına bir çıkış için uğraşıyordum. Önceleri izin alma işi gözümüzü korkutuyordu, sonrasında ise izinlerin kalktığı söylenince nihayet vakit geldi dedim ve daha öncesinden konuştuğumuz ekiple, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Ağrı dağına Kuzey Rotası'ndan bir çıkış yapma hazırlıklarına giriştik. Benim malum her zamanki durumum, param yoktu. Ergun yol paramı üstlendi. Ben, bir gün önceden otobüsle Ağrı'ya gidecektim ekibin diğer üyeleri ertesi gün Van'a uçacak ve Iğdır'da biraraya gelecektik. Faaliyet bayrama geldiği için Ağrı istikametine giden hiç bir otobüste yer bulmak mümkün olmadı. Sonunda çareyi İran'a giden otobüslerde yer ayırmakta buldum. 

Günü gelip de, otobüsün hareket ettiği Aksaray'daki büroya gittiğimde kötü sürprizle karşılaştım. İki saat bekletildikten sonra otobüsün bozulduğunu ve ancak bir gün sonra hazır olabileceğini söylediler. Ekip bir gün sonra uçakla gidecekti ve beni bekleme şansları yoktu. Ergun'u aradım ve durumdan haberdar ettim, o da hemen Türk Hava Yolları'nı arayıp benim için de yer ayırttı.

4 Mart 2001

Kurban bayramı arifesine yer ayırtmıştık. İstanbul'dan Van'a uçtuk. Van'ın kahvaltısı meşhurmuş dediler arkadaşlar. Kahvaltımızı yaptık. Dolmuşlarla önce Doğu Beyazıt'a, oradan da Iğdır'a hareket ettik. Yolda sık-sık kimlik kontrolü noktalarından geçtik. Doğu Beyazıt'tan minibüse bindiğimiz andan itibaren Ağrı dağı gözüküyordu. Yol boyunca sürekli dağı, özellikle zirve kısmını, perspektifini beynimde oluşturma amacıyla inceledim. Bu yolda yolculuk ederken adeta Ağrı dağının etrafında bir yarım daire çizmiş oluyorsunuz. Bu da size, dikkatliyseniz eğer, zirvenin topografisi hakkında yeterince bilgi vermiş oluyor. Yolda herkes Ağrının ihtişamına kapılıp hayret ve zevkle izlerken, ben olağan üstü bir titizlikle kuzey rotasına dair ip uçları peşindeydim.

Ekibimiz 4 kişiden oluşuyordu. Daha önce hiç birimiz Ağrıya çıkmamıştı. Hele Kuzey Rotası'nı, sadece çok ilkel bir haritadan incelemiştim ve rota hakkında pekte bilgi vermeyen bir kaç dia seyretmiştim. 

Nihayet akşam üzeri Iğdır'da bir hotele yerleşebildik. Biz hotelde beklerken Ayşin'le İsmail bilgilendirme ve bizi Yenidoğan köyüne götürecek jandarma ekipleri için Iğdır valiliğine gittiler. 

İki saat sonra geri döndüler. Valilikten öğrendiklerine göre, bizim sahip olduğumuz bilginin tersine izin almak gerekiyormuş ve önümüz bayram olduğu için bize araba tahsis etmeleri neredeyse imkansızmış. Gene valilikten birisi, ''Yarın bayram, gelip valiyle bayramlaşın belki size bir araba ayarlar'' diye öğüt vermiş. Böylece geceyi Iğıdır'da geçirme zorunluluğu doğmuş oldu.

5 Mart 2001

Bayram sabahı kalktık. Iğdır'da Kurbanlar kesilmiş, insanlar cicilerini giymiş, ziyaretler birbirinin peşi sıra devam ediyordu. Saat 10 civarı, artık valinin ziyaretleri kabul etmesi için uygun saatin geldiği kanısına vararak, Ayşin'ler tekrar valiliğe doğru yola koyuldular. Öğleden sonra geri döndüler ve rahatladık. Vali, sağ olsun ilgilenmiş, izin çıkartmış ve bizi köye götürecek bir araba tahsis etmişti. Hemen hareket ettik ve Yenidoğan Köyü'ne bakan jandarma karakoluna çıktık. Oradan da, geceyi geçirmemiz için bizi köyde muhtarın tavsiyesi üzerine konuksever bir eve yerleştirdiler.

6 Mart 2001

Sabah erken saatte uyanıp köy evinde kahvaltımızı yaptık. Ardından hazırlanıp kamp yerine doğru yola çıktık.

Planım, Ağrı'nın kuzey yüzüne, süre ve stil açısından Aladağlar bölgesinde, Demir Kazık veya Alaca çıkışı benzeri bir kış tırmanışı yapmaktı. Şöyle ki, nasıl Çukurbağ'dan çıkıp Akşam Pınarı'na tek bir kamp atıp oradan da ertesi gün Alaca zirvesine çıkış yapılıyorsa, burada da köyden çıkıp 3000 metredeki Yusufbeyin Yurdu'na, 4 saatlik yürüyüşle kamp atacak. Ertesi gün de kalkıp o kamptan direkt zirve çıkışı yapacaktık. Yani tek bir kamp olacaktı ve kampı toplama taşıma işi olmayacaktı. 

4 saat yürüyüşün ardından, öğlen 13.30'da Yüsüfbeyin yurdu’nun biraz üstüne, dağcıların normalde ikinci kampı kurdukları yere ilk ve son kampımızı attık. İyi gelmiştik ve ekibin kondisyonu da iyiydi. Uzun süreden beri hep solo olarak, duvar tırmanışı yapmak için dağa gidiyorum. Bu yüzden genelde 14-15 kilo fazladan teknik malzeme taşıyorum. Yine, uzun süreden beri ilk defa klasik bir çıkış için buradayım ve kaya tırmanışı malzemesinin yokluğunda kuş gibi hafif hissediyorum kendimi. Köylüler de bu kondisyonu biz şehirlilerden beklemiyorlarmış. Bir de tabi köyde çok yaygın ve güçlü bir batıl inanç var Ağrı dağı'nın zirvesine kimsenin çıkamayacağına dair, ve tabi dönüşte zirveye çıktık söylemlerimize sadece güldüklerini görmek bizi hiçte şaşırtmadı. Beslenme işini hallettikten sonra Ergun'a kazma krampon eğitimi vermek amacıyla Ahora Vadisi'ne bakan yükseltiye çıktık. Bir süre pratik yaptık ve kampa geri döndük. Bir arkadaşın tavsiyesi üzerine bir MSR ocağın yanında(ki onda da sorun yaşayacaktık) birde piyasada bulunan bütan propan olarak geçen sözde yüksek irtifa ocağı götürmüştük( sonradan bu ocakların gerçek propan olmadığını sadece yüzde beş gibi bir propan gazı içerdiğini ve eksi on derecenin altında yanmadığını öğrendik). Ocaklardan verim alamıyorduk propan denilen şeyin daha ilk günden tüpleri bitmeğe başladı.

7 Mart 2001

Akşam, yıldızlarla dolu bir gök yüzünü geride bıraktığımız halde sabaha kapalı bir havada uyandık ve çıkışı ertelemek zorunda kaldık. Öğlene doğru hava biraz yumuşayınca, çıkıp sırta bir bakalım dedik. Çok şiddetli bir rüzgar ve tipiyle karşılaştık. Fotoğraf çekmek için güzel pozlar ortaya çıktı. Kampa döndük ve yine yıldızlarla dolu bir gök yüzü karşıladı bizi.

8 Mart 2001

Gece nedense bir türlü gözüme uyku girmedi. Aynı şekilde diğerleri de uyuyamamışlar. Alarm sabah saat dörtte çaldı ama kimsenin kalkacak hali yoktu. Böylece saat on bire kadar uykuya devam ettik.

9 Mart 2002

Nihayet. Sabah saat 4.00'da Ayşin kalktı, bende 4.30da. Kahvaltımızı yaptık ve bir litre su hazırladık. Saatler 6.00'ı gösterdiğinde 3000'deki kampımızdan zirveye doğru hareket geçtik. İlk olarak önümüzde 1200 metrelik bir sırt vardı. Elimizdeki bilgilere göre sırtın sonunda ip açmak gerekiyormuş ama izlediğim dia'da bana hiçte öyle görünmemişti, ve bizim ekibin o pasajı kolayca geçeceğine inanıyordum. 

Ağrı'nın zirvesi ve bizim yürüdüğümüz yer tamamen bulut içindeydi. Görüş mesafesi zaman-zaman 4-5 metreye kadar iniyordu. Sırt, sert eğimli ve oynak taşlardan oluşuyordu. Aynı zamanda karşıdan esen sert bir rüzgar çıkışımızı zorlaştırıyordu. Sırtın sonuna geldiğimde, saat 9.30'u gösteriyordu. İp açılması gereken yere baktım. Ciddiye alınacak bir durum yoktu. Yukarı çıkıp ekibin geriye kalanını bir süre bekledikten sonra, biraz önden gidip kar eriterek su yapmaya karar verdim. Zira yanımızda ocak taşıdığımız için ağırlıktan kaçınıp ve üzerimize az su almışıtık. Saat 9.45'i gösterdiğinde 4200 platosundaydım. Normalde dağcılar burayı üçüncü kamp olarak kullanıyorlar ve buradan zirve çıkışını gerçekleştiriyorlar. Sözde propan ocağımı çıkardım ve yaktım ama bu ocakta yanacak göz yoktu. İki litre suyu kar eriterek elde etmemiz neredeyse 2 saatimizi aldı. Ekip toplandı. Yedik, içtik, muhabbet ettik, fotoğraf çektik. 

Ocağın verimsiz yanmasından dolayı 11.40'ta ancak yola çıkabildik. Artık cam buz üzerinde yükselmeğe çalışıyorduk. Daha rotayı tam göremeden görüş mesafemiz neredeyse sıfıra düştü diyebilirim, zira ayağımın altına bakmak için eğilmek zorunda kalıyordum. Pes yani dedim ve bir süre olduğumuz yerde beklemek zorunda kaldık. Görüş mesafesi 4-5 metreyi bulunca yeniden yükselmeğe başladım. Daha önceden çıkmadığım bir rotaya çıkıyordum. Ekiptekiler bile zaman-zaman nereye gittiğimizi bilip bilmediğimi soruyorlardı, bu konuda bana güvendikleri halde. Üzerimizdeki bulut sürekli görüş mesafesini bir metreyle on metre arasında tutuyordu. Bir iki defasında görüş mesafesi 100-150 metreye çıkınca ben kendime göre rotayı kesip kerterizleri aldım ve sonrasında hava tekrar kapattığı halde devam ederek onları buldum. Tabi yanımıza aldığımız GPS'le geri dönüş yolu için kroki kayıtları tutuyorduk ama molaların birinde GPS'in pilinin bittiğini ve kapandığını fark ettik. 4650-700 civarında, bir çatlağın üzerinde mola verdik. 100 metre kadar yükseldikten sonra bir platoya geldik. Devam ettim düzlüğün bitiminde bir yokuş daha başlıyordu. Yokuş diyorum çünkü görüş mesafesinden dolayı devamı gözükmüyordu. Bu bölümde de yüzey üzerindeki buz ve kar tabakasını inceleyerek yukarı doğru çıkış rotamı çizdim ve yükseldim. Ekip arkadan geliyordu. Ara sıra bekliyor, görüş mesafesine göre gözden kaybolmayıp, ekibin bir-birini görme mesafesini korumaya çalışıyordum. Bu yokuşu da sola doğru bir eğri çizerek yükseldim. Bir süre sonra bir düzlüğe daha çıktım. Görüş mesafesi 50 metre kadardı. Bir süre ekibi bekledim sonra nasılsa artık beni bulmaları için sadece yukarı çıkmaları yeter diye düzlükte devam ettim ayrıca daha farklı bir konum olursa geri döner ve onlara bakardım. Kendimi dinç ve harika hissediyordum. Düzlükte devam ettim artık fazla buz kalmamıştı ve her yer, genelde sert ve rüzgarın şekillendirdiği kar kütleleriyle kaplıydı. Düzlükte devam ederken, önümde önce bir yokuş gözüktü sonra da yokuşun sonu gibi gözüken bir manzara çıktı karşıma. Gözlerime inanamıyordum, galiba zirve burası dedim, evet zirve olmalı. Yukarı doğru adımlarım hızlandı. Geriye, aşağıya doğru baktım. Ağrı'nın zirvesi dışında, aşağılarda her yeri bem-beyaz bir bulut örtüsü kaplamıştı. Sırf bu manzarayı yaşamak için bile buraya çıkmaya değerdi. Önümdeki sırt çizgisine yaklaştım. Üstüne çıktım ve diğer tarafa baktım. Kızıl renginde ufuk çizgisinde başka bir şey yoktu. Ayrıca arka tarafta demir çubuk görünümlü bir nesne vardı. Saate baktım, 16.30. Sabah başladığımız, tek bir günde, Ağrı Kuzey Kış Çıkışı, sonunda başarıyla sonlanmıştı ve zirveye ayak basmanın mutluluğu içerisindeydim. Akşam güneşinin kızılı, daha önce hiç görmediğim bir tonla gök yüzünü boyuyordu.

Zirve sırtının batı yüzünde aşırı soğuk bir rüzgar esiyordu, o yüzden sırtın doğu tarafına geçip ekibin geri kalanını orda beklemeğe başladım. Kullandığım eldiven, parmakları cırt-cırtla açılan yün eldivenlerdendi ve soğuk rüzgar esince, olduğu gibi içine giriyor, ellerimi donduruyordu. Saat beşe doğru tüm ekip toplandı ve her zamanki rutin zirve fotoğrafları, atıştırma işlemleri. Tabi zirvenin verdiği mutluluk içerisinde hiçte rutin gelmiyor insana. O sırada ben havanın çok soğuk olabileceğini düşünerek Ayşin'in çantasının dışına asılı termometreye bir bakıyım dedim. Gözlerime inanamadım. -22 derece gösteriyordu. Daha güneş varken bu böyleyse kim bilir gece kaç dereceye düşecekti. O sırada İsmail kamerayı çıkardı ve çekmeğe başladı. Havanın ciddi boyutlarda soğuk olduğunu ve hemen irtifa kaybetmemiz gerektiğini söyledim. Çabucak toparlanıp 17.15'te inişe geçtik. Zirveden aşağı inip, ilk düzlüğü geçtik. Aşağı doğru inişe devam ettik. Birbirimize oldukça yakın gidiyorduk ve hava hafiften kararmıştı. İkinci inişin son bölümünü bitirip 4700'mt civarındaki düzlüğe geldiğimizde artık hava kararmıştı. Düzlüğü geçerken, ekipte, yorgunluk ve uykusuzluğun ortaya çıktığını fark ettim. Sabahtan beri yürüyorduk ve sonuçta 5000mt yükseklikte oksijenin az olduğu bir ortamda yapıyorduk bunu. Yorgunluk da doğaldı. Üstüne evelki geceden uykusuzlukta eklenince... Önümüzdeki parkuru bu şekilde inemezdik. Klasik bir tanım var, dağ kazalarının çoğu zirveden iniş esasında gerçekleşirmiş. Ben bunun ana faktörlerini, yorgunluk, konsantrasyon kaybı, hata yapmayı tetikleyen ''Bir an önce soğuktan kurtulup sıcak uyku tulumu ve çadıra kavuşma'' arzusu vs. olarak yorumluyorum. Bu hataya düşemezdim. Üstelik ineceğimiz parkurun neredeyse tamamı cam buz ve etrafı buz çatlaklarıyla doluyken. Geri döndüm ve bivakları açıp biraz dinlenmemiz ve ısınmamız gerektiğini söyledim. Uygun bivak yeri diye bir şey yoktu tabi. Ayağımızın altı tamamen cam buz, bazı yerlerde üzeri ince karla kaplı bir düzlükten ibaretti. 

18.30'da bivakları açıp içine girmeğe çalıştık. Ama orada ve o kötü durumda yaptığımız bir hatanın farkına varmıştık. Bivaklar iki kişilik olduğu halde içine ancak bir kişi girebiliyordu ikinci kişi ancak süzülerek içine kayabiliyordu ve dolayısıyla bivağın iki tarafında büzülemiyor ve oralardan rüzgar, karı, olduğu gibi içeri üflüyordu. Daha bu, uyku tulumu açmadığız bir pozisyondu. Tabi ki bu Ağrı gibi bir dağ için çok büyük bir hata sayılırdı. Yeni aldığımız malzemeyi kesinlikle dağa getirmeden önce birebir giysiler ve uyku tulumuyla denememiz gerekirdi. 

Yan bivaktan, Ergun, çok üşüdüğünü ve geceyi bu şekilde geçiremeyeceğini söyleyince diğerleri de biran önce aşağı inelim dediler. Tekrar toparlandık. 

Ben, ekibin şu anki yorgun ve uykusuz durumuyla o buz parkuruna girmesini istemiyordum ama ekipteki herkesten gidelim sesleri yükselince elimden bir şey de gelmezdi. Açıkçası bivağa girdikten sonra benim de uykum gelmeğe başlamıştı.

İniş parkurunda, neredeyse aşağıya güvenli inişi olan, çatlağın bulunmadığı bir iki metre genişliğinde tek bir yer vardı ve çıkış esnasında o kadar sis ve buluta rağmen ben o noktayı bulmuş ve yukarı çıkmamızı sağlamıştım. Etraftaki diğer her yer, çatlaklarla doluydu. 4700'ü 4200'e bağlayan iniş parkuru, bir boyun buzulunun ortasından geçiyordu. Buzul, sağ tarafı Ahora vadisine, adeta çatlayıp parçalanarak dökülen sert eğimli ve çatlaklarla dolu, sol tarafı ise güney batıdaki uçurumlara bakan ve gene çatlaklarla dolu sert eğimli bir yapıdan oluşuyordu. 

Sonuç olarak bu tehlikeli inişi göze alamazdım. Platoda bir süre yürüdükten sonra ekibi bu tehlikeli inişten vazgeçip tekrar bivak atmağa ikna ettim. Bu defa daha sağlam bivak atmağa çalışacaktım ama tabi imkansızdı. Artık termometreye bakmak bile istemiyordum ama gündüz -22 olduğuna göre şuan nereden baksan -30 olmuştu diye düşündüm. Ergun'la İsmail'in birer uyku tulumu ve ikisine tek bir tane mat vardı. Ayşin'le ben, mat getirmemiştik ve ikimiz için tek bir uyku tulumu vardı. İpi ve çantaları altımıza koyduk, üzerine oturup bivağı kafamıza geçirdik bir iki saat böyle idare ettik ama uykumuz gelmişti ve bu şekilde devam edemiyorduk. Bivağın içine uyku tulumunu açık olarak serdik ve üzerine uzandık. En azından altımızdan soğuk geçmeyecekti (daha sonraları başka bir faaliyet için bir deneme gerçekleştirdik. Aslında ikimiz, o uyku tulumunun içine girip ve fermuarı çekebiliyorduk. O gece bunu neden denemedik ve dondurucu soğuğun pençesinden kurtulmadık? Yanıtlanması gereken 10 puanlık bir partnerlik sorusu).

Bivakta, ayaklarımızın altından ve kafamızın arkasından esen rüzgar içeride cereyan yapıyor ve toz karı içeride dolaştırıp her tarafımıza bırakıyordu. Diğer taraftan sık-sık bacağım uyuşuyor ve pozisyon değiştirmek zorunda kalıyordum plastik ayakkabıları ayağımdan çıkarmamıştım. Gece, zaman-zaman uyuşma nedeniyle ayağımın sağlık durumundan endişe ediyordum. Donmuş olabileceğinden korkuyordum. Her uyuştuğunda öncekine oranla biraz daha geç toparlanıyordu. Arada sırada gözüme uyku giriyor ama ayağımdaki uyuşukluk hemen uyandırıyordu. Pozisyon değiştirip ayağımı uyuşukluktan kurtarmak için zaman-zaman Ayşin'i uyandırmak zorunda kalıyordum. Ayşin fena uyumuyordu.

10 Mart 2002

Sonunda sabah oldu ve güneş bivağa vurmağa başladı. Bivağın içinde, her tarafımız karla kaplıydı. Bu manzara Ergunun çok hoşuna gitmişti pozisyonu bozmadan bir fotoğraf bile çektirdi. Kalktık. O an, güneş kadar güzel ve mübarek bir şey yoktu hayatta bizim için. Sözde propan ocağı yakıp su yapalım dedik. Bir çakmak kadar yanıyordu. Yanlardan çakmak tutup ısıtmağa çalıştım belki yanar diye ama nafile. Sonunda su elde etmekten vazgeçtik. Kamptan ayrıldığımız dün sabahtan beri neredeyse iki kişiye 1.5 litre su içmiştik ve şu anki duruma bakılırsa bir süre daha içemeyecektik. Su kaybı, kanı koyulaştırarak kılcal damarlara girmesini zorlaştırıyor ve bu yüzden dondurucu havalarda el ve ayak donmasının hızlanmasına yol açabiliyor. 

Bir şeyler atıştırıp toparlandık ve aşağı inmeğe başladık. Buzulun üzerinden inip 4200 platosuna geldik. Buzulun üstünden çıkınca bir mola daha verdik sonra yeniden inişe geçtik uzun sırtı aşağı inerek öğlen civarı 3000mt'deki kampımıza geri döndük. Ciddi bir şekilde sıvı alımına ihtiyacımız vardı. Bizdeki propan ocak, yanmadan bitmişti bu durumda tek ocağımız kalmıştı o da ciddi bir sorun yaşıyordu. Bizimkiler Iğdır'da valilik dönüşü hotele gelirken benzin almışlardı. Ama sorun, aldıkları benzinin benzinci tarafından bir yağ bidonuna doldurulmuş olmasındaydı. Bu yüzden benzine yüksek miktarda yağ karışmıştı ve ocağı temizledikten sonra ancak iki dakika yanabiliyordu. Durmadan tıkanıyordu. Sonuç olarak bir türlü su içemedik ve ayaklarımızdaki soğuk ısırıklarına sıvı alımı eksikliği de eklenince dönüşte İsmail'in ayağını, ki artık donmuş sayılırdı çapada tedavi altına aldılar. Benim de ayağımdaki soğuk ısırığının iyileşmesi bir aydan fazla sürdü. 

Kamp yerine geldiğimizde, Ergun cep telefonuyla, döndüğümüzü jandarmaya haber vermek için çadırların yanındaki yükseltiye çıktı. Arayınca, jandarma, zaten bizi teleskopla gördüklerini söylemiş. Sonrasında tabi tuvalete giderken karakola doğru oturmamağa dikkat etmeğe çalıştık.

Akşam, çıkışı votkayla ıslatarak kutlamak istedik ama su yapıp içemediğimizden dolayı ancak votkanın tadına bakabildik ve daha da fazla sıvı kaybına yol açacağı için bir kenara bıraktık.

11 Mart 2000

Bayram tatilinin son gününe gelmiştik ve 12 Mart Pazartesi günü Ayşin ve Ergun'un işbaşı yapması gerekiyordu. Bu yüzden acele edip akşama Van-İstanbul uçağına yetişmeliydik. Sabah erken kalktık ve ocaktan ümidi kestiğimiz için artık onunla uğraşmadan katı bir şeyler atıştırdık, kampı topladık, ve aşağı inişe geçtik. Ben, çadırı topladıktan sonra bir süre birlikte aşağı inelim diye Ergunun çadırını toplamasını bekledim. O sırada ayağım donmaya başladı ve bir süre sonra hissi azaldı. İnişe geçtik ama bu şekilde gidemeyeceğimi fark ettim. Erguna devam etmesini söyledim. durdum. ayakkabımı çıkardım ve ayaklarımı masaj yaparak ısıtmaya ve hissine kavuşturmağa çalıştım. o sırada güneşin de doğması bana yardımcı oldu sanırım ve bir nebze başardım. Ayaklarım kendine geldi tekrar inişe geçtim. Bu masajı yapmasam ve bir süre ayaklarım hissiz durumdayken inişe devam etseydim, sanırım benim ayağımda donma tehlikesi geçirecekti. Kamp yerinden 2.5 saatte aşağı, karakola indik. Onlar da bayağı bir merak etmişler biz yukarıda bivaktayken. Karakolda ilk işimiz masada gördüğüm sürahi dolu suya saldırmak oldu. Iğdır'da, yemeklerdeki tuzun tadını alamadığımı fark ettim, bizimkilere sordum, hepimizde aynı sorun vardı. İstanbul'a gidince geçer dedik.

Okunma 4913 defa Son Düzenlenme Cuma, 21 Aralık 2012 19:08
Yorum eklemek için giriş yapın