Aladağlar Küçük Cebel

 

"Dayanıklılık Testi"

Annemin benim için yaptığı sigara böreklerinin sonuncusunu da az önce yedim. Aslında akşamki ana yemeğimi bitirmiştim, yememem gerekiyordu, ama ne bileyim çok lezzetliydiler. Bir düzlükte oturuyordum. Sırtımdaki kaya gerçekten çok ortopedikti. Belki Valikonağı'ndaydım. Ama belki de değildim. Vali Konağı'nı ilk bulurken hep zorlanıyorum. Belki de şu ilerdekiydi ya da şu hemen önümdeki mi? Her neyse oralarda bir yerdeydim. Artık eskiyen, çöpe atılmadan önce jübilesini yapan, bana pek çok değişik heyecanlar yaşatan (biraz bükülgendi sağ olsun), dayı emaneti dağ botlarımla az önce fazla kara girmemek için kayada yan geçiş cambazlıları yapmıştım da, ama galiba artık kaçış yoktu. İz açarız sorun değil. Fakat, bu sağolasıca ayakkabı karı gördü mü iyice sünüyor, bir de felaket bir şekilde çoraplarımı ıslatıyordu. Başka ayakkabı yoktu işte ne yapacaksın. Yaşlandılar tabii. Saydım da alınalı sekiz yıl olmuş. Dile kolay. 

İz açarak devam ettim. Hava ılık gidiyordu, bu sebepten kar iyice yumuşamıştı. Saat üç buçuk gibi Sulağan Kaya'nın önündeki çanağa bakan son sırta vardım. Aslında yolda bir iki ayak izi görmüştüm ama karşımdaki manzara benim için ufak da olsa bir sürpriz sayılabilirdi. Gözlerimi ovaladım, tekrar baktım, fakat hayır yanılmıyordum. Yukarıda karın üstünde köpekler koşturuyordu. Üstelik havlıyorlardı da. Dağda havlama sesleri pek de alışık olmadığım bir şeydi nitekim. Az sonra ufuk çizgisinden kafası gözüken, benim kaptan mağara adamına benzetmekten kendimi alıkoyamadığım arkadaşım Ersel'i görünce aklımdaki tüm sorular da yanıtlandı. Kendisi K9 köpek eğitmenidir. Buraya Ordos ile birlikte karda ve çığda köpekli arama çalışmak için gelmişler. Kamp yerine ulaştığımda gördüm ki etraf epey kalabalıktı. Ordos'tan bir sürü insan oradaydı ve bir o kadarı da yoldaymış. Herkesin değişik hedefleri varmış. Bir iki hoş beşten sonra Ersel çadırına davet etti beni ama ben buraya kafa dinlemeye gelmiştim. Biraz yalnız kalmak, dertlerimi sorunlarımı sakin bir ortamda çözümlemek, üstelik bunları bivak içinde gerçekleştirmek istemiştim. 

Dışarıda kan gövdeyi götürürken sen uyku tulumunda sıcak sıcak uzanıp gökyüzünü seyrediyorsun. Tam bir izolasyon. Ocak yakmak gerektiğinde tek kol zahmetle tulumdan çıkartılır, diğer kol tulumun içinde şöyle bir bükülür. Dirseğe dayanılıp azıcık yüksekte durulur ki dışarıdaki işler daha rahat yapılsın. İki dakikalık süreniz başladı, üstüne ağırlığınızı verdiğiniz taraftaki omzunuz müthiş bir şekilde ağrımadan önce yapacağınız görevler sırasıyla: ocağı kılıfından çıkartıp aparatlarını takmak, düz bir zemin hazırlamak, rüzgarlığı açmak ve düzeltmek, ocağı oturtmak, ön ısıtma (işte açık havada çakmağı yakmak için rüzgarla gerçek bir müsabaka) ve tencereye kar doldurmak. Eğer süreniz dolmadıysa hemen kolunuzu düzeltip tekrar tulumun fermuarını burnunuza kadar çekersiniz. Eliniz ısınma sürecine geçer. Biraz acı verir ama olsun, zaten uyuşmuştu. 

Kahverengi nuhuneviden kalma çadır dış tentesi bivak torbam ki o da benim emektar dostlarımdandır, az önce başlayan kar yağışına karşı beni ne güzel de koruyordu. "Acaba yağmura karşı da dayanıklı mıdır?" diye geçirdim içimden. Hiç yağmur görmemişti. Mutluydum açıkçası. Yürüyen adamımdan gelen U2 sesleri ve biraz doğrulduğumda gördüğüm manzara gibi her şey mükemmel gidiyordu. Az olan, hatta olmayan akşam yemeğimi yiyip uykuya daldım. 

Sabah uyandığımda saat yedi idi. Tembelim işte başka açıklaması yok. Hava epey soğuktu, ha kalktım ha kalkacağım diye kendimi oyalayıp duruyordum. Tulumdan ilk çıkarkenki titreme nöbetlerinden nefret ediyorum. Tam bu anda başımın üstünde tanıdık bir yüz, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha... Bu sefer şaşırmadım, çünkü Ordos'lu dostlar aşağıdan bir bir geliyorlardı. Sekiz buçuk gibi hazırdım. Ömer Abi'den ödünç aldığım kayışlı krampon ayakkabıma bir oturdu ki ikisi birbiri için yaratılmış olmalılar dedim. Yalnız ön nokta yapmaya kalktığımda tepelerin özgürlüğü, sayfa 345'teki şekil 5 meydana geliyordu. 

Küçük Cebel Dağı'nın tam güneydoğu yüzünü deneyecektim. Geçen yaz sırtımı C1'e dayayıp incelemiştim. Güzel karışık etaplar vardı. Zevkli bir rota olabilir diye düşünmüştüm. Bugün de tam orayı, oraları tırmanacaktım işte. Yavaş yavaş yan kestim, sonra da sola ara vadiye döndüm. Yükseldim, yükseldim. Ordos da bu esnada Güzeller Kuzey Kar Kulvarı'nı zorluyordu. Tırmanmaktan sıkıldığımda dönüp uzaktaki noktacıklara bakıyordum. Sulağan Kaya ve C1 ne kadar da vahşi görünüyorlardı. İki başlı C1 ve bana bakan kuzey yüzü, kışkırtıcı bir şekilde beni çağırdı. Bu çağrıya da cesaretimi topladığım yakın bir zamanda cevap vereceğim. 

Zirveye ulaştım. Kar falan yağıyordu. Hani öyle serpiştiriyor sağa sola. Çok da ciddiye almıyordum zaten. Kendime zirve armağanı olarak aldığım çikolatayı yerken şöyle etrafıma bir baktım da, manzara ne kadar güzeldi. Yaşamın tadı bu olmalıydı, buraya gelmek için harcadığım vakte, salladığım sınav ve ödevlerime helal olsundu. O kadar zahmetle tırmandığım bu zirveden inmek hiç istemiyordum. Ama bivakta beni bekleyen bir tulumum ve kamp malzemelerim vardı. 

Uyku tulumunda biraz keyif yaptıktan sonra ertesi gün sabah Niğde'de çok önemli bir işim olduğundan toparlandım, hoşçakal demeye Ordos'un yerine gittim. Hadi gel abi otur et derken, çekirdek çıtlayıp bir iki saat geyik yaptık. Ben de aşağı gideceğim güya. Çadırdan attım kendimi resmen. Bir anda yapmazsan hiç olmuyor. Bu arada öğrendim ki aşağıdan gelen grup biraz alta bir yere başka bir kamp daha atmış. Biraz sonra da oraya gideceklermiş. Onlarla birlikte inmeye başladık. Gerek kampta otururken, gerek üst kampı terk ederken, gerekse onlar alt kampa dönüş yaptıklarında emrivaki bir şekilde ben düz devam ederken, onlarla birlikte kalmamı, gece inmememi, sabah erkenden kalkıp gidebileceğimi söyleyip durdular. Haklıydılar ama ne yapayım. Ben kendimi biliyordum. Kesin kalkamazdım o saatte. Dedim ya tembel bir adamım ben. Üstelik sabah Niğde'de olmam lazımdı da lazımdı. "Yahu gel olum yaa!!! İnat etme yat şu çadırda!" sözleri kulaklarımda çınlarken aşağı karı topuklamaya başlamıştım. 

Hava iyice karardı. Bulutlar gökyüzünü tamamen kapattı. Ben de karların kayalar arasında daralıp, hani ayağınızın haşırt diye aniden girdiği yerlere gelmiştim. Bacağımı kırmak gibi bir niyetim olmadığından çantamdan kafa lambamı çıkarttım. Önümdeki loş ışıkta basacağım yerleri seçerek inmeye devam ettim. Bir süre sonra Akşam Pınarı'na varmak üzereyken ya da ben öyle zannediyordum, fenerimin pili bitti. Hemen aniden, reaktörün susuşu gibi 2-3 saniyede ufaldı, ufaldı yok oldu. Karanlıkta kalakalmıştım. Güldüm kendi kendime. Yok canım olamazdı. Daha piller yepyeniydi. Hem hava da o kadar soğuk değildi ki! Pilleri yerinden oynatım, çıkartıp bir daha taktım. Ama nafile, mefta olmuşlardı bile. Yedek pil mi? Maalesef taze bitti. Karanlıkta kayaların üzerinden aşağı inmeyi denedim ama gözlerimin karanlığa alışmasına rağmen önümde ne olduğunu seçemiyordum. Tökezledim, düştüm, kalktım ve baktım ki olmayacak, feneri bir defa daha çevirip açtım. Evet ışık vardı ama sadece 20-30 saniyeliğine. Bu zaman zarfında hızla aşağı iniyor sonra tekrar pillerin kendini toparlamasını bekliyordum. Bu şekilde düzlüğün sonunda, ormandan önceki iniş çıkışlara vardım. Ama artık beklemeler biraz uzamaya başlamıştı. Piller için beklerken bir yere hareket edemiyordum, çünkü yürümeye çalışırsam sürekli tökezliyordum. 

Rüzgar büyük bir gürültü ile yukarıdan esmeye başladı. Belli ki bir şeyler olacaktı. Bu arada ben patikayı bir türlü bulamamıştım ve ışık her geldiğinde az sonra cehenneme dönüşeceğini tahmin ettiğim bu ortamdan kaçmak için resmen koşuyordum. Yanılmamışım, az sonra yağmur başladı. Saat on falandı. Işıksız daha fazla devam etmemeye karar verdim ve orada uygun bir yere bivak açtım. Bulunduğum saat itibari ile iyi mesafe almıştım. Yaptığım hesaplamalara göre şimdi devam edersem sapağa çok erken varacaktım, hazır ışığım da yokken biraz burada zaman geçirmeliydim. Ama aslında ormanda kaya ve ağaçların arasında çok daha korunaklı bir yerde beklemek istiyordum. Kaçamadım ne yazık ki. Apaçık arazide bivak malzemelerime sonuna kadar güvenmek zorundaydım artık. 

Uyku tuluma girerken yağmur taneleri de sıklaştı. İçeride mutlu mutlu müzik dinliyordum. Sıcaktım, altım kuru ve keyfim yerindeydi. Yağmur bivağımın üzerinde çıtır çıtır sesler yapıyordu. Bir saat kadar böyle devam etti. Sonra birden burnuma bir su damlası geldi. Sonra bir tane daha geldi. Derken kolumun da ıslanmaya başladığını fark ettim. Ayaklarımı şöyle bir hareket edince tulumun dibinde ıslandılar ve top yekün bir soğuk hava dalgası vücudumu sarmaya başladı. Bunun tek bir anlamı vardı: emektar bivağım beni satmıştı. Sırasıyla bacaklarım, kollarım ve tüm vücudumda donuma kadar ıslanmıştım. Donum da ıslanmıştı aslında. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Yağmur da aksi gibi duracağına daha şiddetli yağıyordu. Titriyodum. Belki de hipotermiye giriyordum. Bu işkence ne zaman bitecekti bilmiyordum. Sadece dayanmam gerektiğini biliyordum. Bu benim için bir "dayanıklılık testiydi" galiba. Uyumaya calisiyordum. Arada bir daliyordum. Rüyamda yağmur duruyor ve güneş açıyordu. Sonra aniden uyaniyordum. Sürekli saate bakıyordum. Dakikalar hatta saniyeler geçmek bilmiyordu. Saat gecenin dördü olduğunda pillerimin azıcık da olsa dinlendiğinden belki ışık verecebileceklerini düşünüp sısılsıklam uyku tulumumdan resmen kendimi dışarı attım. Hiç bir şey göremiyordum. Kafa fenerini açtım, yandı! Müthiş bir fırtına çıkmıştı. Islak elbiselerime rüzgar vurdukça titreme nöbetlerine giriyordum. Uyku tulumum su dolu bir kovaya batırılıp çıkarılmış gibiydi ve çok ağırlaşmıştı. Zorlukla çantamı toparlayıp sırtıma aldım. Ayakkabılarımdan vırç vırç sesler geliyordu. Kafa fenerimin son kredilerini kullandığımı bildiğimden koşarak önce patikayı buldum ve ormana yöneldim. 

Yine bitti. Ebedi karanlıkta bu sefer takırdayarak bekliyordum fenerimin kendine gelmesini. Ormanın ortalarına kadar bekleme koşma maratonu devam etti. Ama artık olmuyordu. Bu sırada zaten çok zayıflamış yürüyen adamımın pilleri aklıma geldi. Benim fener üç pil istiyordu ki hepsi bitikti. İki zayıf pil ne işe yaradı ki? Denemekten başka çarem yoktu. Karanlıkta el yordamıyla yürüyenadamı çantadan buldum. Fenerin pillerini çıkarttım. Yürüyen adamdan piller çok zor çıkıyordu. Tam o anda elimdeki dolu pillerden biri yere düştü. Kahretsin!. Ellerimle yerleri yokladım. Tanrım resmen bir pili bulmak için yerlerde sürünüyordum. Yoktu. Burnumdan yere sular damlıyordu. Sonunda elime silindirik bir nesne geçti. Sadece bir taşmış! Daha sonra pilden başka bir sürü şey buldum. On dakika sonra başardım. Fenere taktım, çalışmadı. Ters takmışım. Mucizevi bir şekilde yarım saat boyunca ışıkla gittim. Yola varmıştım. Yürüdüm durdum. Hiç durmaksızın. Sadece ben değil tüm ormanı da sel götürüyordu. Ayaklarım su içinde yüzüyordu sanki. 

Köpekleri hiç hesaba katmamıştım doğrusu. Onlar da haklıydı. Gecenin o saatinde oradan kim geçerdi? Havlama değil ,bunu özellikle belirtmeliyim, hırlama sesleriyle irkildim. Öne veya arkaya adım atamıyordum. Her an saldırmaya hazırdılar. Fenerimi açtım ve ben de onlara bakmaya başladım. Onlarca çift aşırı sinirli gözün bana yaklaştığını fark ettim. Genelde köpekten korkmam ama başımdan aşağı yağan sağanak yağmur yüzünden son on saattir mental olarak büyük bir çöküntü içerisindeydim. Adım adım uzaklaştım. Havlama sesleri sonuna kadar devam etti. 

Meğer önümde iki tane daha yaylacı çadırı varmış. Aynı tiyatroyu tekrar tekrar oynadık köpeklerle. Onlarca köpek etrafımı sardı. Hepsi de dişlerini gösterip hırıldıyorlardı. Boyunlarında dikenli tasmalardan vardı. Sürekli havlıyorlardı. Ben ise olanca soğuk kanlılığımı koruyarak onların tek tek gözlerinin içine bakıyordum. Kafa fenerim bir süredir kapalı duruyordu. Feneri açtığımda yine uzakta ve yakında parlayan gözleri gördüm. Bu biraz işe yarıyordu aslında. Köpeklere de hak vermek lazımdı. Sabahın karanlığında daha önce kim geçmişti ki buradan? Hele en sonuncusu tam bir sürprizdi. Tam bir öncekini uyanan çobanın köpekleri dağıtması ile atlatmıştım ve bundan sonra yok oh rahatladı diyordum ki karanlıkta aniden her yönden gelen köpek bağırtılarıyla resmen korku krizlerine girdim. Onları da geri geri yürüyerek atlattım. Hızla köye doğru devam ederken yüzlerce metre ileriden bile hala seslerini duyabiliyordum. Saldıracaklardı kesin eminim. Galiba şanslı(!) günümdeydim. Dağdan uzaklaştıkça rüzgarın azalacağını umuyordum, ama nerde! Düzlük alana çıktığımda fırtına iki kat arttı. Arkamdan estiğinde otomatik ilerliyordum. Yanımdan eserse yolun dışına itiyordu. Bir kaç kez rüzgarın gücü ile yoldan çıktım, bir kaç kez de tökezledim. Yol bir türlü bitmek bilmiyordu, rüzgar da. Ama hakkını vermek lazım yağmur dinmişti. Köyü geçtim, köprüyü de geçtim, artık vurmuş ayaklarım yürümeyi reddediyordu. Sapak benim için başka bir zirveydi belki de. 

Tam kırk beş dakika hareketsiz bekledim. Hala oldukça ıslaktım ve hala şiddetli fırtına dinmemişti. Yüzümü Aladağlar’a pek çeviremiyordum, çünkü rüzgar o taraftan geliyordu. Arada bir yaptığım kaçamak bakışlarda bulutlar inanılmaz bir hızla Aladağların tepesinde hareket ediyordu. Zirvelere baktım tek tek. İnanılmaz şeyler oluyordu oralarda. O an ilki herhangi bir zirvede değilim diye geçirdim içimden. Kafamı çevirdiğimde otobüs virajdan hızlıca döndü. Gözlerime inanamadım bir an. Resmen kurtulmuştum. 

Oturdum. Otobüsün içinde hiç hava akımı yoktu. Üstelik çok da sessizdi. Birden yüzüme sıcak çarptı. 11 saat sonra ısınmıştım. Niğde’de vitrinde botlarımı gördüm de, yağmur iyi yıkamış, pırıl pırıllardı. 

Tolga Kanık

Okunma 6033 defa Son Düzenlenme Cumartesi, 22 Aralık 2012 20:50
Yorum eklemek için giriş yapın